29 Ara 2010

Açıklıyorum

Evet neler neler oldu son zamanlarda hayatımda bir not düşeyim buraya da benim balık hafızam silse bile uzuuun yıllar sonra gelip okur, balığa inat hatırlarım.
Ayrıca da bu heyecan nedir diye gelen sorulara artık bir yanıt vereyim diyorum...

  • Uzun zamandır babamdan bahsetmiyorum. Bile isteye yazmadım. Babam bomba kıvamına yaklaştı. Normal hayatına çoktaan döndü. Araba kullanabiliyor, bazı şeyleri hatırlayamasa da genel olarak bütün parçalar yerine oturdu. Ne kadar mecra ve kişi, kurum, kuruluş varsa bütün varlığım ve sevgimle teşekkür ederim. En önemlisi artık rakı bile içiyor. Çakır keyif dolaşabiliyor(alkolik değil leyn babam, sulandırmayın hemen!). Bundan güzeli var mı canımıniçi için? Kesinlikle yok!! Şükür ve minnet duyguları ile dolup taşıyorum. Rakılar bir kere daha babam için kalksın!!! Hoooppp...
  • Evde tadilat işleri bitti sayılır. Sayılır diyorum çünkü eski ustaların yaptığı gerzeklikleri toparlamak için yeni ustalar arıyoruz. Örnek: Banyoda nedenini çözemediğimiz bir koku sorunumuz var. Kırılması gerekebilir bir yerlerin ama parmaklarımızı üst üste koyduk ve dua ediyoruz gerek olmasın diye...
  • Tadilat işleri bitince evin eksik gedikleri de tamamlandı. Çok cici bir kanepe aldık ve şu anda evin en sevdiğim, en değer verdiğim mekanı oldu. Çok anlamlı çoook...
  • Eve iyice yerleştik. Sıcacık bir yuva oldu. Evden çıkasım yok. Sürekli evde çiçek, böcekle uğraşıp, kek-börek yapıp, kitap okumak istiyorum. Ben ki evde 2 gün duramayan adam istiyorum ki sevgiliyle bizi kapatsınlar eve ve cici evimizin tadını çıkaralım, doyalım. Yok yook hiç doymayalım aslında  hep böyle heyecanla geçsin günler...Bol bol evcilik oynayalım...
  • Benim eski evi de önümüzdeki ay kapatıyoruz artık. Gerçi son 2 aydır depo görevi görüyor ama babamın adı Michael olmadığı için böyle bir ev orada paravan görevi yapmak durumundaydı.
  • Artık hayatımızda bir paravan ihtiyacı kalmadı. Resmi ve toplum tarafından kabul görmüş bir kurum oluyoruz.
  • Evin en özel, en değerli köşesi bizim için unutulmaz bir anıya mekan oldu. Anlamı da buradan gelir...
  • 07 Aralık 2010 tarihinde nefesim kesildi. Kalbim ortalamanın 5 katı üstünde atmaya başlayarak buna tepki olarak suratıma 1 hafta boyunca ( yalan yalan hala devam ediyor) gitmeyen, kocaman, pırıl pırıl bir gülümseme  geldi kondu. Dünyalar tatlısı sevgilim hiç beklemediğim bir anda ve bir şekilde karşıma yüzükle çıktı. Bu kadar özel olabileceğini, beni bu kadar şaşırtıp, bu kadar mutlu edebileceğini inanın ben bile bilemiyordum. Bu anı bu kadar özel,  bu kadar güzel ve en önemlisi bu kadar anlamlı hale getirdiği için bir kere daha aşık oldum. Doldum, taştım. Aşkla...
  • O gün bugündür de inanılmaz bir heyecan ve hummalı bir hazırlık var. Abartmayayım bizde henüz öyle hummalı bi hazırlık henüz başlamadı. Anneme bıraksak o oooo!!!  Ben sanırım fazla rahatım. Fakat bu kadar rahat olmama rağmen yine de hazırlanılması gereken bir milyon iş varmış, farkettim...
  • Düğün nerede olacak? Ne zaman kız isteme faslı gerçekleşecek? Alyanslar nereden ve nasıl alınacak? Ailelerin istekleri nasıl gönül kırmadan bertaraf edilecek? Nikah işlemleri nasıl halledilecek? Gelinlik nereden alınacak? Düğüne kimler davet edilecek? Sayı nasıl düşük tutulabilecek? vs. vs. vs...

İşte bendeki heyecanlar bunlar canlar-cinler :)

Gelin olacağım da ben!!

21 Ara 2010

Bi Heyecan, Bi Heyecan....

2010 bana yılın ortasında sağlam bir gol atmıştı.
90. dk'da beraberliği yakalayabildim.
 ve uzatmalarda öne geçmeyi başarmış bulunuyorum!!!! Duyurulur....

Hayat sen beni sınasan da, yormaya, pes ettirmeye çalışşsan da yemezler demek istiyorum sana buralardan. Bilirim severiz birbirimizi aslında.

Affettiriyor kendini kerata. Güzellikler göndermeye başladı bol bol.
Güzel heyecanlar var bugünlerde hayatımda. Hayatımızda...

2010 gerçekten hayatımın en tatsız ve en tatlı yılı olmayı beceriyor.
Belli ki kendini "unutulmaz" yapmaya kararlı...

Bakalım yıl bitmeden daha neler yaşayacağız.

16 Ara 2010

Teşhirci Kuaförler


Ana cadde üstünde olup da neden bir kuaför dükkanının dört bir yanını cam yaptırır anlamam.
Bu konuya taktığımdan dolayı sanırım algıda seçicilik devreye girdi son zamanlarda ya da gerçekten bu tarz kuaför ve berberlerin sayıları çoğaldı.
Geçen akşam vapura yetişmeye çalışırken Beşiktaş'ta takıldı bir tanesi gözüme. Adamı camın dibindeki koltuğa oturtmuş suratının muhtelif yerlerine ağda yapıyordu berber amca. Bi insan neden bu tarz işleri yaptırırken bu kadar ortalarda olmak ister ki ?!
Eskiden bu tarz işler kapalı kapılar ardında ve sadece 2 kişi arasında olur biterdi. Ağda odası denen yerler vardı misal :) Hoş hatun kısmı için hala var ya neyse...

Ben anlam veremiyorum bu konsepte. Sıklıkla da denk geliyorum bu tarz manzaralara.
Ne tarz manzaralar mesela?

Buyursunlar:
  • Lavabonun içine doğru kafası bastırıla bastırıla saçı-sakalı yıkanan adamlar. Ee kabul edin komik bir durum bu. Altında şehri eğlendirelim politikası yoksa da pek bi manasız.
  • Cam dibine yerleşmiş ve  kafasında milyon tane alüminyum folyo ile Blair Cadısı'nı aratmayacak nitelikte kadınlar. Anacım ben kendimi bile görmek istemiyorum o halde. Sabırsızlıkla bekliyorum ki yıkansın, fönlensin de insana döneyim sizdeki nasıl bir dürtüdür ki bu halde vitrine çıkabiliyorsunuz. Bi kere bunu ifşa etmeyeceksin. Cümle alem bilsin istemeyeceksin. Hatta kuaföre gittiğini bile kimselere deme ki herkes seni doğuştan böyle sansın :))
  • Camın kenarında kaş-bıyık aldıranlar. Anladık tamam gün ışığı tek bir kıl tanesinin bile saklanmasını engeller, hem de ışık yakmaya gerek kalmaz, gezegeni sevmiş oluruz falan ama bu kadarı fazla! Her kuaföre gidişimden sonra bi fidan dikerim daha makbul. Ben hayatta öyle sokağa nazır bir kuaför koltuğunda kaş-bıyık olayına falan giremem. Fön bile çektirmek istemem ayol. Millete ne!
  • Hele ki topuz yaptırmak üzere o koltuğa oturana denk gelirsem vay halineee. Bütün gecenin mezesi yaparım o ablayı artık. Zira topuzdan önce yapılan krepe var ya krepe evlere şenlik bi şey o. Mahalle kavgasından çıkmışsın edasıyla saçın başın yoluk bi halde cam kenarında elinde de kahvenle oturmak nasıl bir keyif ola ki?? Bilemem ahh bilemem.
  • Cam dibinde yan yana amasra (yoksa amasya mıydı?) bardakları gibi dizilmiş pedikür yaptıran hatunların da ayrı bir takdir hak ettiğine inanıyorum şahsen. Bu ne rahatlık, bu nasıl bir kendine güvendir. Tebrik... Topuk törpüsünde çıkan etini, derini saklama ihtiyacı duymadan orada oturabiliyorsun ya alkış....
  • Hepsinin birden uygulandığı hatunlar asıl bomba. Onları görünce kaçın derim. Zira bu kadar kendine güven bi bu hatunlarda bi de RTE'da var. 
        - Ayaklar bi yandan törpülenir.
        - Törpüde kaybedilen deriler ara ara havludan silkelenir.
        - İşi biten diğer ayaktaki ojeler bozulmasın diye tüm parmak aralarına sokuşturulan zımbırtılar ile maymun  soyundan geldiğimiz ispat edilir.
        - Bıyıklar ve kaşlar alındığı için surat kıpkırmızıdır.
        - Hele ki allerjik bir yapısı varsa dudaklar botokslanmış gibidir.
        - Saçlara dip boya yapıldığı için ara ara parlak paket kağıtları görünür bir halde yolunmuş saçlar ile kafalar zor dik tutulur. Saçlarla birlikte bir de kaşı boyatan familyadansa ahh ahhh....
       - Bunlar yetmezmiş, bir de tüy dikmek gerekirmiş gibi kolları kapatan bir kuaför önlüğü de giydirilir ve şahken şahbaz hele gelen kadın vitrin kenarına yerleştiriliiirrr. Blair Cadısı görse yemin ederim korkar. Gerisini siz düşünün artık!

Bunların hepsi şahane şeyler. Bayılırım kuaförde vakit geçirmeye. Bir yandan kahvemi içip pedikürümü yaptırmaya ama dediğim gibi ben kendimi o halde aynada görünce olduğum yerde bi irkiliyor ve aynaya sırtımı dönüyorum. Fönüm bitene kadar da kendime bakmamak için elimden geleni yapıyorum.
Efendim? Duyamadım ne dediniz?
Kendimle barışmalı mıyım? Hadi oradan ya.... Ben kendimin hastasıyım bir kere ama bunlar işin hileleri cicim. Kuaförünle aranda kalacak :)
Şimdi ben kendime bu halde tahammül edemiyorken bazı hatunlar neden bu halde vitrine çıkmak ister? Kuaförler bununla ne elde etmek ister?

14 Ara 2010

CD'lerden Çatı!



En sevdiğim proje tarzı tek kullanım alanı ile tanıdığımız malzemeler için farklı kullanım alanları yaratılan projelerdir.
Bu projeler bir de doğaya ciddi zarar veren çöpleri geri dönüşüm ile "faydalı" hale getiriyorsa tadından yenmez. Zira zavallı gezegenimizin bu anlamda daha önce olmadığı kadar desteğe ihtiyacı var. Hepimiz yaşam tarzlarımızda ufak dokunuşlarla kocaman değişimlere sebep olabiliriz. Gerçekten!

James Williamson, bir çevre sorunu olmaya başlayan CD'ler için bu tarz bir alternatif kullanım alanı yaratmış:
Çatı...
CD'lerden çatı.... Bu çatı, evi yağmura karşı korumada diğer çatılara göre hiç de geride kalmıyormuş ama diğer çatıların yapamadığını yapıyormuş! Güneş ışınlarını yansıtıyormuş. Bu sayede sıcak mevsimlerde ev serin kalabiliyormuş.
1m2 çatı için toplamda 120 adet CD gerekiyormuş.

Bir talebim var:
Kırıp attığımız hatta kırarken  zor kırılmasından dolayı sinir krizi geçirdiğimiz CD'lerimiz için de piller için yaptıkları gibi özel çöpler yapsın belediyeler!! Burada toplanan CD'lerden de Çocuk Esirgeme Kurumu'nun yuvalarının çatısını yaptırsınlar! Evet evet bunu yapabilirler. İnanıyorum.

I have a dream...

11 Ara 2010

Beyrut İlk Gece ve Beyrut Geceleri

2 saat kadar dinlentikten sonra sabahki kadar kapalı olmasa da en minilerimizi de giyemeden kıvamında süslendik, püslendik ve lobiye inerek taksi rica ettik. Otelden taksi istediğinizde şirket taksileri dedikleri araçlar geliyor ve dolayısı ile biraz daha pahalı oluyor. Hamra’dan gece hayatının kalbi dedikleri bölge olan Gemmayzeh’e 13 dolar aldı misal.Bu adamlarla pazarlık şansınız kalmıyor otelden istediğiniz için. Biz bunu bile isteye kabul ettik. Zira ilk gece Beyrut’un bize neler hazırladığını  bilemediğimiz için garantici davrandık. Malum bize sürpriz yapmaya bayılıyordu bu şehir.
İlk gece için hiç bir yere rezervasyon yaptırmamıştık. Fakat sonraki geceler için rezervasyonlarımız hazırdı. Bir kısmını henüz Türkiye’deyken, bir kısmını da otelden yaptırmıştık. Dolayısı ile attık kendimizi sokaklara. Yine önceden okuduklarımızdan oluşan imaj burasının kocamaan bir bölge olduğu yönündeydi. Buradaki gece hayatı Beyoğlu ile kıyaslanıyordu çünkü. Gerçek başkaydı oysaki. Burası 500m’den oluşan bir cadde. Caddenin aralarında minik sokaklar var ama Beyoğlu kadar falan büyük değil. Bütün sokak minik publarla dolu. Hepsi küçücük bu mekanların ama tıka basa dolu. Hoş 20 kişi geldi mi doluyor zaten. Gündüz sokaklarda göremediğimiz İngiliz ve Amerikan gençleri doldurmuş buraları ve Beyrut gençleri ile kaynaşıyorlardı. Taksiden indik ve sokağı hiç yürümediysek en az 8 defa baştan sonra yürüdük. Amaç yemek yiyebileceğimiz bir mekan bulmaktı. Her yer küçük ve çok doluydu.  Rezervasyonumuz da olmadığı için döne dolaşa Paul'e mecbur kaldık ve sanırım hayatımızın en kötü pizzasını da burada yemiş olduk. Bu tatsız deneyimin haricinde Beyrut'ta çok iyi yemekler yedik ama :)
Karnımızı doyurduktan sonra bu bölgedeki mekanlara girip çıktık. İnsanlar her yerde dans ediyor. İlk olarak bu dikkatinizi çekiyor. İlk gece, Beyrut'un bizlere  ilklerini sunuş biçimini bozmamak adına pek sürprizli olmadı. Fakat bizler sonraki günler için görmemiz gerekenleri gördük. Etrafta mini mini elbiselerle dolanan hatunlar ve şık, temiz giyimli adamlar doluydu. Fakat bu bölgenin yaş grubu  biraz genç. Genç dediysem de bebe değil hani üniversite gençleri. Bizi doğal olarak pek açmadı ama gözlemlemek ve tatmak adına mekanlara girip çıktık ve bi kaç birayı da devirdik. İlk gece deli gibi dans falan da edemedik söylenenlerin aksine. Anlayacağınız hala derinlerde bir yerlerde saklanan minik bir soru işareti vardı Beyrut ile ilgili.
İlk gece saat 2 gibi otelimize döndük. Yarın daha güzel olacak diye düşünerek güzel güzel uyuduk.

                                                                   Beyrut Geceleri
Beyrut'ta sonraki geceler ilk gecenin de, ilk günün de, ilk sabahın da acısını çıkarttılar. Sabah 8'lere kadar dans ederek geçirdik sonraki geceleri. İlk günün şaşkınlığını attığımız anda Beyrut bizi sardı, sarmaladı a dostlar...
Beyrut gidilmesi, gözlemlenmesi, dokunulması ve yaşanması gereken bir şehir. Avrupa şehirlerindeki tarzda kültür turları beklemeyin. Fakat eğlence diyorsanız. Gerçekten dans etmek istiyorum diyorsanız koşa koşa gidin derim. Hele ki güzel de bir arkadaş grubu ile giderseniz tadından yenmez :) Biz de öyle oldu. Beyrut kazan biz kepçe şeklinde altını üstüne getirdik şehrin. Girmediğimiz sokak kalmadı bilinen merkezlerin etrafında.
Buyrun bir takım hap bilgiler:
* Gece hayatı  10'dan önce başlamıyor bir kere. 10'da yemek yiyeceksiniz. 11 gibi de geceye başlayacaksınız.
* Mutlaka rezervasyon yaptırın gitmeden önce. Hatta gece kulüpleri bile rezervasyon soruyor. Hoş biz hiçbir gece kulübüne rezervasyon yaptırmadık ve hepsine de beklemeden girdik ama her daim çok şıktık. Kısa kısa elbiseler ( abartı değil ama ), mini etekler ve güzel makyajlarla gittiğimiz için midir yoksa süper şanlı mıydık bilinmez ama biz sürekli şunu yaşadık;
Kapıdaki Görevli: Rezervasyonunuz var mı?
Biz: Hayır :)
Kapıdaki Görevli: Buyrun.
Arkada sırada bekleyen bir sürü insan: huh!!!

* Girdiğiniz her mekanda deli gibi dans eden ve gerçekten eğlenen insanlar görüyorsunuz.

*  Beyrut gençleri öyle ayakta kalmaktan hoşlanmıyor. Dolayısı ile hemen hemen her mekan localardan oluşuyor ve bu localara rezervasyon alıyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde herkes kendi locasının içinde çıldırasıya dans ediyor. Abartmıyorum oturan bir kişiye bile denk gelmiyorsunuz.

* Su gibi içki içiyorlar,  baya baya sarhoş oluyorlar.

* İçki bize göre (İstanbul'dan bahsediyorum) çok daha ucuz. Marketlerinde bile Efes bizden daha ucuza satılıyor düşünün...

* Flörte bayılıyorlar. Gayet sosyaller ama asker devleti olduğu için midir yoksa asker ortadan çekilse de böyle olacaklar mıdır bilinmez birbirlerine rahatsızlık vermiyorlar. Hayırdan anlıyorlar ve her daim gülüyorlar.

* Kimse kimseyi keseceğim diye pozlara girmiyor. 

* Gerçekten çalan müziği dinliyor, eşlik ediyor hem ruhlarını hem de bedenlerini serbest bırakıyorlar bu insanlar. Yılların verdiği özlem midir bilinmez ama güzeller be kardeşim... Özlemişiz böyle fütursuzca dans etmeyi. "Dur oram böyle görünsün", "Aman dans ederken elimi şöyle kaldırıken , evet evet tam da o anda şu barda duran, parası da bokmuş gibi görünen adamı keseyim", "kısa giydim mutlaka totomu göstermeliyim, onun için domala domala dans edeyim", "elime içkimi alayım da hatun seçeyim", "kolumu bara dikeyim de milyonluk saatim görünsün, namım yürüsün" tripleri yok oralarda. İşte bunun için meşhur olmuş bence Beyrut geceleri. Dans ediyor bu insanlar. Sadece dans ediyorlar ve gerçekten eğleniyorlar. Yoksa inanın büyük şehirde yaşamış hele ki İstanbul'un, Avrupa'nın gece kulüplerini görmüş insanlar için barları ve kulüpleri minicik kalıyor. Çok  meşhur bir  mekanları var misal, adı da  BO18. Biz bir heyecan gittik, koşa koşa. Anaam ne görsek bildiğin yüzme havuzu büyüklüğünde bir mekan. Tıka basa dolu. Öyle bir anlatılıyor ki devasa bir yer bekliyorsun. En azından o kadar küçüğünü beklemiyorsun ama küçük işte. Gel gör ki içeride öyle bir enerji, öyle  güzel bir ortam var ki çalan DJ bile yerinde durmuyor, dans ederek müzik yapıyor. Kasım kasım kasılmıyor yani...

* Garsonlar, barmenler Türk'lere bayılıyor. Hele ki 3 Türk kızını bir arada görünce önünüzden shot kadehleri, içkiler eksik olmuyor. Denemediğiniz içki kalmaması adına çalışıyorlar resmen. Bu güzel bi şey tabii kii :)))

 Biz barmenlerle acayip bir hikayeye bile dahil olduk. O olayı ayrıca anlatmak istiyorum ama.
Hem mekanların isimlerin yazacağım hem de bu hikayeyi yazacağım.

Bak gördünüz mü ben neden gittiğim sehayatleri yazmıyorum. Gezmeye bayılan ben. Gezdiği her yeri böyle ıncık cıncık yazmak istiyorum çünkü. Bitmek bilmiyor minnacık Beyrut bile ....

Olsun kendim için ayrıca notlar tutuyorum ama:))




10 Ara 2010

KUZGUNCUK BOSTANI BETONLAŞMASIN!!

KUZGUNCUK BOSTANI İLE İLGİLİ YAPILAŞMAYA HAYIR DEMEK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN VE DESTEK OLUN.

                      Hükümet her yeşil alana göz dikmiş durumdayken ellerimiz armut toplamasın!!

                                            İmzanızı verin ve hatta sitelerinizde de paylaşın lütfen.

                                                            http://kahramanbostan.org/




9 Ara 2010

Kusuruma Bakmayın Anacım

Deli bir temponun içindeyim son haftalarda.
İş güç çıldırmış durumda.
Her şey acil.
Her şey son dakika.
Güzel güzel şeyler de olmuyor değil ama hayatımda :)) Pek hoş peekk!!

Beyrut yazılarımı tamamlayacağım. Başladım ve bitirmeden kaçtım gittim gibi olmasın. Aklımda yani.
Ayrıca birilerine verdiğim bir takım sözler de var. Onları da unutmadım :)

Kusuruma bakmayın. Burnum işten kalkamazken yazamıyorum...

İŞE GİTTİM GELECEĞİM!!

3 Ara 2010

Beyrut - İlk Gün

Kahvelerimizi bitirip, uzun uzun Beyrut'u çekiştirdikten ve bazı soru işaretlerimizi silip, bazılarının yerine yenilerini koyduktan sonra Solidere'den çıkıp yeni hedefimiz olan Aşrafiye bölgesine doğru yol almaya başladık. Nasıl gideriz diye tarif sorduk Yine aynı cevap "Taksiye binin. Yürüyerek 15dk sürer". Tembellik mi var acaba serde? Biz tabii ki yürüyerek gitmeyi tercih ettik.Mazallah tek bir ayrıntı falan kaçarsa ara sokaklarda ne yapardık sonra! Yolumuzu kaybettiğimiz için yarı yolda taksiye binmek durumunda kaldık o ayrı:) Hamra’dan Aşrafiye’ye taksi 15 dolar istedi. Biz 8 dolara anlaştık. Sonra da taksilerle sıkı pazarlığı elden bırakmadık. En son 5 dolara gidip gelmeye başlamıştık her yere!
Aşrafiye zengin semti olarak geçiyor. Zenginlerin takıldığı şık restaurantlar ve güzel cafe'ler var etrafta. Zengin dediysem multi milyoner olmaya da gerek yok ayrıca. İstanbul Nişantaşı mekanları ile aynı rakamlarda pahalı diye geçen restaurantların menüleri.
Buradaki mekanlar bizdeki gibi öyle yan yana, dip dibe ve aynı sokak üstüne yerleşmiş değiller. O yüzden sokaklarını dolaşmanız gerekiyor keşfetmek için ki bu da güzel bir duygu bence. Gözünüze batmıyor hiçbir şey. Standart turistik mekanların dışında yani. Normal hayat devam ediyor burada. Bu bölgede yıkık, dökük ya da kurşun izleri olan binalara rastlamıyorsunuz. Hepsi elden geçirilmiş. Fakat gerçekten cici, şık, farklı çok sayıda mekan var burada. Bizim gibi yemekten keyif alanlar için ideal bir bölge.
Önce sokaklarda dolaştık. Yine okuduklarımızdan oluşan beklentiyi karşılayan bir şeyle karşılaşmadık aslına bakarsanız. Öyle muhteşem, böyle sıradışı bir yer değil. Aslına bakarsanız oraya geri dönmenizi gerektirecek pek bir şey de yok etrafta. Farklı bir doku yok. Bildiğiniz şehir. Hepimizin yaşadığı şehirlerden inanın bir farkı yok. Belki Diyarbakır'ın köyünden birini götürseniz şaşırır ama O'nu Diyarbakır merkeze bile götürseniz şaşırır.
Dolayısı ile biz hemen kabuk değiştirdik ve kafamızdaki her şeyi sildik. Okuduklarımızı bir kenara itiverdik elimizin tersi ile. Kendi hikayemizi yazmaya başladık tamamen bağımsız bir şekilde. Penceremizi değiştirdik. Benim pencerem savaştan çıkan ve şaha kalkmış bir şehire bakıyordu mesela. Hayranlık uyandırıyordu dolayısı ile...
Aşrafiye'de ABC diye bir alışveriş merkezi var. Beyrut’lular arasında meşhur bir mekan belli ki. Kime “buralarda görecek nereleri var?” diye sorsak burayı söylediler zira. Her gittiğim yerde mutlaka orada yaşayanlara sorarım nereyi görelim diye. Bizim Akmerkez'den pek farkı yok. Hem tasarım, hem de markalar olarak. Sadece dikkatimi çeken şey şu oldu. Henüz bizim ülkemize girmemiş fakat Avrupa'dan gayet iyi tanıdığımız markaların bir çoğu Lübnan'a çoktan giriş yapmışlar. Dünya üstünde nam salmış bütün lüks markalar Arap’ların emrine amade. Alışveriş merkezinde alınacak farklı, lokal tek bir şey göremedik biz. Hadi farklı olmasını geçtim ucuzu da yok. Fiyatlar bizimle aynı. Dolayısı ile Lübnan’dan tek çöp almadan döndüm. Pardon 1 şişe votkayı 12 dolara aldım. Free shop’tan bile ucuzdu.
Okuduklarımızdan kenara itmediğimiz yegane şey ise restaurant önerileriydi. ABC'nin içinde Leila diye lokal bir restauranttan bahsetmişlerdi ballandıra ballandıra blogcu arkadaşlar. Burası için de her yerde olduğu gibi önceden rezervasyon yaptırmanın şart olduğunun da altı çizilmişti ama yine de şansımızı denemeliydik. Leila Restaurant ABC'nin en üst katında lokal bir restaurant. Kapısına dikildik. Tabii ki yer yoktu. Rezervasyonumuzu aldılar. “ biz size SMS göndereceğiz” diyerek bizi şaşırttılar. "Bizim numaralarımız yerel değil ama" dedik de önemli değilmiş. Dedikleri gibi 30 dk sonra cep telefonumuza bir mesaj düştü yerimizin hazır olduğunu bildiren. Gelemeceyek ya da gecikecek gibiysek de SMS ile geri dönüş yapmamızı rica ediyorlardı. Biz sisteme şaşırdık. Takdir ve tebrik ederek koşa koşa yanlarına gittik. Masamız nefisti. Garsonumuz inanılmaz güleryüzlü ve yardımcıydı. Genel olarak hizmet anlayışları bu yönde zaten. Hele ki Türk olduğunuzu öğrendiklerinde daha da bir ilgi ve alaka gösteriyorlar :). Hele ki 3 hatun olarak seyahat ediyorsanız ve soru sorduklarınız erkek kısmından oluşuyorsa daha da tatlı.

Nefis yemeklerimizi yedik. Lübnan mutfağı bizim mutfağımızdan çok uzak bir mutfak değil zaten. Bilen bilir. Bildiğiniz kebapçı menüleri ama mezeler leziz ve minik dokunuşlarla fark gösteriyor...

Yemekten sonra biralarımızı da içerek keyfimizi yaptık. Lokal biraları bizim Efes'ten çok daha hafif. Bizim Efes, Lübnan'lılara ağır geliyormuş meğer. “Hemen çarpıyor, sarhoş oluyoruz” diyorlar.

Yemek ve keyif olayımız da bitince Aşrafiye sokaklarında biraz daha dolaştıktan sonra taksiye atlayarak otelimize geri döndük. Taksilerle sıkı pazarlık yapmak gerektiğini öğrendiğimiz için de Aşrafiye'den Hamra'ya 25 dolar ile 15 dolar arası isteyen taksicilere gülerek geçtik gittik. Biraz ilerden 10 dolara bindik. Takside de kakara kikiri “oo süper rakama gidiyoruz, yemedik kazıkları” diye geyiğe sardık. Tam o anda kızlardan biri “şoför bi Türk çıksa” dedi Bir Türk klişesi olarak. Puaahh diye abarta abarta gülmeye başladık ki adam arkasına dönerek “Siz Türksünüz?” dedi bize Türkçe!! O saatten sonra ne desen boş tabii. “ Evet Türk üz” dedik. Sıkı bir muhabbet başladı. Adı İbrahim. Annesi Antep’ten gelmiş zamanında. İbrahim burada doğmuş, burada büyümüş ama Türkçe’ye gayet hakim. Savaş zamanında kaçmış Beyrut’tan Amerika, Fransa, İspanya gibi farklı ülkelerde çalışmış. Savaş bitince geri gelmiş memleketine. Hafiften bir jönlük var serde. Bu tarz hikayesi olanlar çok Lübnan’da. 2. Gün Byblos ve Jeitta’ya gitmek istiyorduk. Bunun için de taksi kiralamamız gerekiyordu. İbrahim bizi götürür müydü acaba?
Yok efendim İbrahim sadece keyif için, o da akşam 5’le gece 1 arası çalışıyormuş. Gündüz çalışmıyormuş artık. İstersek güvenilir bir “herif” ayarlarmış ama bize. Hem de yaşlı başlı olanından. “Tamam” dedik. “Güvenilir, yaşlı-başlı ama hesaplı olan bir “herif” ayarla bize o zaman. Tam gün gezdirsin bizi”. Zira biz Beyrut taksileri ile çok çok sıkı pazarlık yapmak gerektiğini artık öğrenmiş bulunuyoruz:) Kazık yemeyiz. O sadece ilk sabahın ilk taksisinde olur anacım. Pışıııkkk!! Kartvizitini verdi ve bizi otelimize bıraktı İbrahim. Bu arada tüm Beyrut bizi Hamra’da Crowne Plaza’da kalıyoruz sandı. Hep önünden bindik, önünde de indik. Paranoyak olduk ya bir kere gerçek otelimizi bilmesinler istedik. Bir gece önce hiç uyumadığımız için maymuna dönmüş haldeydik. Odaya gidip 2 saat kadar dinlenmek niyetindeydik. Malum ilk günümüz bizim kafamızda oluşan bütün imajı alt üst ederek alaşağı etmişti.

Otel lobisinin de şekli değişmişti bu arada. Onlar da bayram sabahı sersemliğini atlatmışlardı herhalde. Avrupai suratlar, güleryüzlü ön büro ekibi, sempatik insanlar vardı etrafta. Güven duygusu uyanmaya başlamıştı yavaş yavaş. Artık Beyrut gecelerini keşfetmenin zamanı geliyordu. Gerçek Beyrut ile yüzleşecektik.Uyumayan şehirde tabii ki bizim de uyumaya pek niyetimiz yoktu. Hem biz Hamra caddesini sabah uyurken bırakmış, döndüğümüzde bütün uykusunu açmış, coşmuş bir Hamra ile karşılaşmıştık. Heyecanlanmıştık anlayacağınız. Davetkar bir duruşu vardı artık Beyrut’un. Sabah yaşanan hayal kırıklığından sonra bayram rehavetini atlatmış Beyrut sarmalamaya başlıyordu bizi. Zaten herkes “Beyrut, gece hayatı ile meşhurdur ve hayat akşam 10’dan sonra başlar” demişti bize. Gündüz ayrı ayrı sürprizler yapan Beyrut, geceler için de ayrı ayrı paketler hazırlamış bize meğer ne bilelim!!
Beklesindi Beyrut geceleri.
Geliyordu Türk kızları...







2 Ara 2010

Beyrut - Biraz Fotoğraf











Beyrut - İlk Sabah

Sabah erkenden kalktık yataklardan. Heyecan, akıl karışıklığı ve meraktan dolayı zaten uyuyamadık ki bütün gece. Yatakta vakit kaybetmek gereksizdi. Sokaklara çıkmalı ve kendimiz görmeliydik neler olup bittiğini...
Kahvaltı salonunda bizden başka turist kılıklı birilerine denk gelemediğimiz için de soru işarelerinin yönü oteli ayarlayan ajansa yöneldi pek tabii ki. Hoş hepi topu bizimle birlikte 3 masa falan vardı ya neyse...

İlk günün acemiliği ile ne giyeceğimize karar veremedik. Yine okuduklarımızdan anladığımıza göre  herkes mini mini dolanıyordu etrafta. Fakat akıl karışmıştı bir kere. Ne hikmetse okuduklarımız ile gece  yarısı karşılaştıklarımız  örtüşmüyordu. Zaten kafalarda da bir Arap konsepti hakimdi önceden gittiğimiz Arap Ülkelerinden kaynaklanan. Bizim valizler bu tarz minik kıyafetler ile dolup taştığı için nadide parçalarımız arasından birimiz için  uzun bir elbise, birimiz için  uzun etek üstü t-shirt, birimiz için de bol pantolon ve askılı, hafif bol bir t-shirt üstüne karar kılarak, kısalarımızı giyemesek bile renklerimizden asla vazgeçmemiş bir halde  attık kendimizi güven duygusu ile yollara. Mor, deniz mavisi, turuncu ve yeşil...
Tabii ki bayramın ilk günü olduğu için kahvaltı sonrası odamızda bayramlaşmayı, ailelerimizi aramayı da atlamadık :)
Lobiden haritamızı aldık. Sorduğumuz adresleri işaretlettik ve ilk hedefimiz için ne tarafa yürümemiz gerektiğini sorduk. "Oooo uzak. Mutlaka taksiye binin" dediler. "Kaç dakika sürer yürüyerek peki?" dedik. "20dk en az" dediler de gülmemek için zor tuttuk kendimizi.  Yönümüzü öğrenerek saldık kendimizi yollara...Elimizde harita, ruhumuzda huzur, merak ve soru işaretleri ile yürürken bizi sokaklardaki insanlardan önce binalardaki kurşun izleri ve boş sokaklar karşıladı. Şehrin bir kısmı hala yaralı, hala savaşı çarpıyor yüzünüze...
Otelimiz Hamra bölgesindeydi. Herkes Hamra'yı İstiklal Caddesi ile kıyaslamış ve insan-araç trafiğinden geçilmediğini söylemişti oysaki. Nasıl oluyordu o zaman bu? O kadar kalabalıktan bahsedilirken bizi Arap'lardan önce bu boşluk mu karşılıyordu? Bir çok ülkenin bir çok şehrini gördüm bugüne kadar. Hepsinin de turistik sokaklarının dışına çıktım sırf gerçek hayatla karşılaşabilmek, tanış olabilmek adına ama bu kadar yerimi-yurdumu, yönümü şaşırdığım olmamıştı. Belli ki beklentimizi çok yükseltmiştik önceden okuduklarımız ile. Neredeydi yeniden uyanan Ortadoğu'nun Parisi? Neredeydi o sokaklara sığmayan avrupai insanlar?
İlk anda kaynaşamadık Beyrut'la diye kritik yapmaya başladık kendi aramızda. Bir yerlerde kucak açmış olarak bizi bekliyor olmalı dedik.10dk kadar yürüdükten sonra arkamızdan gelen Amerikan aksanına takıldı kulaklarımız ve hemen koştuk gittik yanlarına.Yol sorduk. Tarif aldık. Biraz gülüştük. Gay bir çiftti. Belli ki gayet hakimdiler şehire ve yine gayet belliydi ki gay olarak bir Arap şehrinin bu ıssız sokaklarında rahat rahat, gülüşerek dolaşmaktan da çekinmiyorlardı. Güzel bir şeydi bu. Oralardan bir yerlerden Beyrut bana göz kırpıyordu sanki. Devam ettik yolumuza ve biraz ileride askeri araçlara ve sokak başında nöbet tutan askerlere denk geldik. Yine okumuştuk. Biliyorduk bunları da yani. Yine de ilk karşılaşma, hele ki 10. karşılaşma garip geliyor insana. Zira sonradan fark ettik ki Beyrut'un hemen hemen bütün sokakları askerler ve polisler tarafından kontrol altındaydı ve her ikisi de askeri üniforma ile dolaşıyorlardı. Asker sivil  ile asla konuşmuyor ama polis konuşabiliyordu. Bunu da bizimle konuşmayan ilk askere denk gelene kadar fark edemedik. İlk karşılaştığımız polise yolu sorduk ve yine "Taksiye binin" cevabını aldık 10dk'lık yürüyüş mesafesi için. Yürümek istediğimizi söyleyince yön göstererek gülümsediler. Temiz yüzlü. Bilinen klişe Arap çizgilerinden uzak, gayet avrupai çizgilere sahiptiler ayrıca. Dişleri tertemiz ve gayet muntazamdı hem. Toplamda 30dk'lık bir yürüyüşten sonra  Downtown  ya da Solidere dedikleri merkeze varabildik. Yol boyunca zaman zaman kurşun izleri, zaman zaman çok katlı modern binalar, zaman zaman yepyeni ve lüks arabalar, sayılı olarak da döküntü arabalar süsledi yolumuzu. Yollarda yürüyen insanları görmeyi bir türlü başaramadık ama...
Downtown'ın girişini yine askerler tutmuştu (polismiş, sonradan öğrendik). İlk anda olay var ve giremiyoruz sandık. Sorduk ve direkt kapı açıldı. Meğer normal düzen böyleymiş. Sonradan bir çok yerde denk geldim sokak başlarında polisler tarafından açılan bariyerlerden girişlere...
Şu anda yaşadığınız şehrin sokaklarında asker üniformalı polis ve askerlerin sürekli olarak nöbette olduğunu bir hayal edin tam da şu anda. İstiklal caddesinin başını ve sonunu askerler kontrol ediyor misal. Ne hissettiniz?
Downtown'ın ana caddeleri savaş sonrası tamamen yenilenmiş. Civarında ise hummalı bir çalışma, muazzam genişlikte inşaat alanları hakim. Yeni gelen binalar resmen tasarım harikası. Bundan 5-6 yıl sınra Beyrut inanılmaz bir hal alacak bence. Bazı binalar 6 kez yıkılmasına rağmen 6 kez yeniden yapılmış. Takdiri hak ediyor kesinlikle. Sarı ve sıcak bir rengi var. Severim. Fakat yine sokaklarda insanlar yok. Burasının da kalabalıktan geçilmiyor olması gerekiyordu. Biz de gezilmesi planlanan yerlerimizi gezdik. Gezerken de bir kaç Arap dışında Türk'lere rastladık. Kulağımıza takılan türkçe cümleler ise içimizdeki soru işaretini daha da büyüttü "Yanlış yerde miyiz acaba? Burası hiç kalabalık değil ve her yer de kapalı" diyordu bir adam karısı olduğunu tahmin ettiğimiz bir hanıma...
Bu bölgede görülebilecekler ise:
Osmanlı Saat Kulesi,  savaş sırasında yerle bir olup çok kısa zamanda Beyrut’un yeniden yapılanmasında büyük rolü olan eski Başbakan Rafik Hariri’nin girişimleriyle  yenilenen Mecidiye Camii, Ömer Camii, Başbakanlık ve Parlamento Binası. Bir de Hariri’nin mezarı var. Biz şans eseri bulduk burayı. Bilir misiniz bilmiyorum ama Lübnan için önemli bir isimdir ve bomba patlaması sonucu 7 koruması ile birlikte hayatını kaybetmişti. Şaşırtan şey bu kadar şatafata, abartmaya bayılan Arap Milleti nasıl olmuş da önemsedikleri bir adamın mezarını bir çadırın içine koymuş!! Evet evet bildiğiniz kocaman bir çadırın içinde mezarı. Nöbetteki polisler ingilizce bilmediği için tam olarak anlatamadılar nedenini sormuş olmamıza rağmen. Bilen varsa beri gelsin lütfen.
Hepsini de toplamda 30dk içinde görebiliyorsunuz. Saat Kulesi'nin etrafında yıldız kolları gibi dağılan sokakları sırası ile gezdiniz mi bitti demektir. Sırayla karşınıza gelecekler.
Türkler olarak aynı sokakta cami ve kilise görmeye alışık olduğumuz için doğallıkla gezdik, gördük, inceledik. Bu bölgede sıradışı bir mimarı vs yok. Bunları bekliyorsanız Beyrut'a gitmeyin derim. Beyrut'a gönül gözüyle bakmak, şehrin geçmişini  sürekli göz önünde bulundurarak yürümek lazım sokaklarda. Gördüğünüz her kurşun deliğinin yanında park eden süper lüks araçlara bakmak lazım aslında cami yerine. Her adımda yıllarca yaşanan olayları düşünmek lazım derim. Bu kadar kısa zamanda buralara gelebilmiş olmalarını akıldan çıkarmadan incelemek lazım tüm şehri ve hayatı. İşte o zaman içinizde garip  duygular uyanıyor. Kurşun izlerine dokunmak istiyorsunuz, sevmek ve o yaraların hepsini tamamen silip, yok etmek duygusu ile dolup taşıyor ve bir kere daha hayret ediyorsunuz hayatın nerelerden buralara gelebildiğine. Yıllar önce televizyonlarda ve gazetelerde dönüp duran savaş, yıkıntı fotoğrafları yerine şimdi sokakları Ferrari'ler kaplamış. Savaştan parayı kaldıran kaldırmış, yükünü tutmuş anlayacağınız. Kara paralar paklanmış, uyuşturucu ticareti kök salmış ve gece hayatı ciddi bir para akışı sağlamış bu memlekete. Ben Montecarlo'da bile arka arkaya park etmiş 9 tane Ferrari'yi görmemiştim. Bu şehirde bu manzaralar doğal hale gelmiş.

Artık oturup bir kahve içmenin vakti gelmişti. Olsundu bizim için. Amacımız zaten yayma tatiliydi. Kafa dağıtmak ve bol bol yemek yemek istiyorduk. Biz de onu yapardık...
Ana cadde üstünde bir mekan seçerek oturduk. Saatlerimiz 13:30 olmuştu. Garson o kadar güleryüzlü, o kadar pozitif enerjiliydi ki bizi bir anda sarmalayıverdi. Biz de bir anda çözülüverdik. İçimizdeki bütün soruları attık bir anda üstüne:)
Burası merkez değil miydi?
Burası merkez ise okuduğumuza göre çook kalabalık olmalıydı. İnsanlar neredeydi? Hayat ve sokaklar böyle boş muydu?
Garson önce gülümsedi ve sonra da bize "çünkü bayram" dedi. "Bayramın ilk günü. Henüz erken. Herkes ailesi ile bayramlaşıyor. 3'ten sonra buralar acayip kalabalık olur" dedi. Kocaman da gülümsedi sanki şaşkınlığımızı hissetmiş gibi ya da biz o kadar şaşırdık ki gayet net okundu. Bilemiyorum.
İşte bu. İşte bu!! Biliyordum. Biliyorduk. Beyrut sadece bu olamazdı. Biz henüz Beyrut'u görmemiştik ki! Beyrut bizim çook eskide bıraktığımız bayramının ilk  gününü yaşıyordu. Aileler bir aradaydı. Bayramlaşıyorlardı.
Bayram bizler için çoktaan gezmek için, tatil için bir bahane halini almış ki resmen akıl edemedik bunu. Düşünemedik ki müslüman Arap'lar için de bayram. Şehir bayram sabahını yaşıyordu henüz ve otelin lobisinde, kahvaltı salonunda görüp de turistliği yakıştıramadıklarımız da civar Arap ülkelerinden gelen turistlerdi. Meğer çok gelirmiş Arap turist Beyrut'a ve Beyrut'lular da pek istemezmiş onların gelmesini. Tercihleri Türk'lerin gelmesinden yanaymış. Bizler daha modernmişiz. Şehri daha keyifli kılıyormuşuz ve pek seviyorlarmış bizi. Zaten Türk'lerin haricinde etrafta pek fazla Avrupa'lı ya da Amerika'lı veyahut Asya'lı görmüyorsunuz. Suşi restaurantlarında çalışan Asya'lılardan başkasına denk gelmedik misal.

Bu rahatlama ile koltuklarımıza gömüldük ve 2 saat boyunca kahvelerimizi içerek keyif yaptık. Nasıl olsa henüz şehir koşmuyor, koşturmuyordu. Biz niye koşturacaktık ki?! Daha yeni başlıyorduk. Beyrut bize kollarını açıyordu. Henüz ufukta görüyordum ama sonuçta görebiliyordum....




1 Ara 2010

Beyrut - İlk Görüş

Biliyorsunuz çok son dakika organizasyonu ile gidebildik Beyrut'a. Malum önceden plan program yapabilecek durumda değildik. Dolayısı ile de uçaklarda çok pahalıya yer bulabiliyorduk. En güzel yol bir tur şirketi ile gitmekti ve bunun için bile son dakika olduğundan dolayı sadece Kappa Tur'da yer bulabilmiştik. Mecburen ödemeyi yaptık ve bileti aldık. Biz ödemeyi yaptığımızda henüz otel belli olmamıştı. Fakat merkeze yakın ve ulaşım açısından kolay bir otel seçeceklerini üstüne basa basa söyledikleri için tamam dedik. Otelin belli olduğu gün, önceden dedikleri gibi bizi aradılar ve otelin ismini bildirdiler. Sağolsunlar. Fakat, nasılsa uyumayacağız diye düşünerek  daha hesaplı bir gezi olması adına 3 yıldızlı otelli paketi tercih etmiş olmamıza rağmen 4 yıldızlı pakete mecbur bırakılıyorduk. Çünkü tüm grubu bir otelde toplamak istiyorlardı. "Peki"  dedik. Bu sefer de farkını istediler. Ona da mecburen "Peki" dedik. Fakat otele web sitesinden ve tripadvisor'dan bakınca kafamın tasını iyice attırdırlar. Merkeze uzaklığını taksi ile 20dk veriyorlar ve adresi de otoban olarak geçiyordu.
"Nasıl yani?" dedik. "Beyrut küçük zaten" dediler. Zaten gıcık olurum turlara, mecburiyetten düşmüşüz ellerine tırmaladıkça tırmalıyorlar. Oturduk ve deli gibi araştırmaya başladık. Bayram dönemi olduğu için bütün merkez otelleri doğal olarak doluydu. Online satış sitelerini tek tek gezdim. Kalan oteller hep çok pahalıydı. Sonunda www.beirut-hotel.com sitesine mail attım. Nasıl bir otel istediğimi yazdım ve beklemeye başladım. Aslına bakarsanız hiç ümidim yoktu. Hemen aynı gün cevap geldi. Nasıl bir otel istediğimi ve kafamdaki fiyat aralığını sorarak ertesi gün erkenden geri döneceklerini söylediler.Gerçekten de ertesi gün seçeneklerle geri döndüler. Onların verdikleri otellerin hepsini daha önceden aramış, çeşitli web sitelerinde yer bakmış fakat kesinlikle bulamamıştım. Bu siteden hem oteli hem de uçak saatlerimiz çok geç olduğu için transferimizi aldık. Zira okuduklarımdan çok net anladığım bir şey vardı ki Beyrut'ta toplu taşıma diye bir kavram yoktu. Bu şirketin hizmeti gerçekten de çok başarılıydı. Tıkır tıkır vaadettikleri her şeyi gerçekleştirdiler. Hatta bir ara telefon açarak teyid ettiler rezervasyonumuzu. "Merak edilecek bir şey yok, her şeyiniz hazır" bile dedi görevli de ağzım açık kaldı. Bizim gibi son dakika ve kaos bir döneme denk gelenler mutlaka değerlendirsinler derim. Fakat adam gibi önceden organize olanlar direkt booking.com'a gidiversinler anacım zira bu adamlar da bu işten para kazandıkları için üstüne cüzzi bir komisyon koyuyorlar.
Neyse efendim. Lafı uzatmayayım. Biz otele bakarken bir yandan da uçak biletini THY'den adam başı 400TL'ye promosyon olarak bulmuştuk. Aynı anda hem oteli, hem transferi hem de uçuşumuzu konfirme ederek Kappa Tur'a bay baayyy dedik ve derin bir ohh çektik. Böylece son dakika olmasına rağmen adambaşı 350'şer lira kar etmiş olduk.
Kappa Tur beni ne kadar gıcık etmiş olsa da bu memnuniyetsizliğimizi mantıklı bularak bütün paramızı iade ettiler. Sağolsunlar....
Pazartesi akşamı saat 23:50 THY uçağı ile Beyrut'a uçtuk. Toplam uçuş 1,35dk falan sürüyor. Aramızda da saat farkı olmadığı için 01:30 civarı Beyrut'a indik. Dikkatimi çeken ilk şey havaalanı içinde her yerde sigara içilmez uyarıları olmasına rağmen  her köşede sigara içen insanlar oldu. Arap'lara sigara yasağını uluslararası havaalanında bile kabul ettirmek mümkün değilmiş meğer sonradan anladım.Sigara içenlere şaşkın şaşkın bakarken ve vızır vızır söylenirken valizlerimiz geldi ve çıktık. Çıkar çıkmaz kapıda elinde MR. NzN pankartı ile (inanın elle yazılmamıştı) bizi bekleyen şoförümüzü gördük. Mr. beklerken 3 hatunu görünce biraz şaşırdı tabii :) Tertemiz bir araba ve güleryüzlü bir şoför ile otelimize geldik.
Otele vardığımızda saat 02:30 olmuştu. İlk plan otele varır varmaz üstümüzü değiştirip meşhur Beyrut geceleri ile tanışmak için sokaklara dökülmek üstüneydi. Fakat otel lobisini ve otel çalışanlarını görünce planlar suya düştü. Gıcık bir çalışan, lobide gruplaşmış göbekli, bıyıklı-sakallı garip enerjili ve dik bakışlı adamlar! Biz de o adamların arasında mini mini elbiseleri giyip çıkmak istemedik sokaklara pek tabii. Zaten gecenin bir saati gelmişiz. Neredeyiz, nasıl bir yerdeyiz farkına varamamışız henüz. Kendimizi hemen odamıza attık. O da ne?! Odayı triple ödemiş olmamıza rağmen 2 yataklı bir suit vermişler bize "İyi hoş, suit güzel de kardeşim 3. nerede yatacak?" dedik. Salondaki koltuğu gösterdi. "Bunun neresi yatak?" dedik -gerçekten de uyunacak gibi değildi-. El yordamıyla bir şeyler anlatmaya çalıştı. Anlaşamayınca ve bizler de elimizi belimize koyunca zavallıcık tırsmış bir halde telefonu göstererek"lobby lobby" dedi. Aradık ve dertlerini anladık. Bu gecelik burada idare edecekmişiz ve bize 3. için bir yatak vereceklermiş, yarın da oda değişecekmiş. Adam oldular yani :) Neyse olur böyle sorunlar dedik. Yatak geldi ve kavga bitti.
Kafamız karışmıştı. Tam olarak nasıl bir ülkede olduğumuzu anlayamamış bir halde kalakalmıştık odamızda. Okuduklarımızdan kafamızda oluşan imaj  ile havaalanında ve otelin lobisinde karşılaştığımız imaj birbirine uymuyordu. Arada kocaman kocaman farklar vardı. Garip bir şeyler vardı anlayacağınız. Uyumaya ve ertesi sabah şehri görene kadar da beklemeye karar vererek kapımıza sandalyelerimizi de dayadık ve uyuduk.

Uyumadan önce karışık akıllarımız nasıl güzel bir sürprizin bizi beklediğini bilseydi eminim ki ilk gece uykusuzluk gibi bir sorunumuz da olmazdı...





23 Kas 2010

Ben Geldiiimm

Özlediniz mi beni? 
Bak ses vermezseniz depresyona girerim. Demedi demeyin ....

Cumartesi sabahın köründe geldim. Beyrut harika geçti. Uyumadan, dinlenmeden (en azından fiziksel olarak) ve sürekli yiyip içerek geldi ve geçti gitiii bile....
Dünden beri çok ciddi bir tempoda deli gibi çalışıyorum. Bayram tatili iyiydi, hoştu ama aslına bakarsanız zamanlaması biraz tatsız oldu. Çok fazla iş bayramdan sonraya kaldı. Her şey bu hafta başladı ve bu hafta bitmeli!
Cuma akşamı son toplantımızı yaparken son cümleler hep şöyleydi:
"Tamam. Bayramdan sonraki pazartesi ilk iş."
"Pazartesi sabahtan hallederiz."
"Pazartesi öğlene kadar göndermiş olurum."

Pazartesi geldi ve o ilk işler için zaman yetmedi. Koşturur haldeyim. Bu haftayı hayırlısıyla bitirdim mi derin bir ohh çekeceğim. Bir de yarın 3 haftadan sonra sevgili geliyor. Bu haftanın tek güzel yanı sanırım bu :)

Ben blog alemini özledim. Sırasıyla ve yavaş yavaş okumak istiyorum bu arada kaçırdığım ve muhtemelen kaçıracağım yazıları...

Ben geldim demek istedim sadece :)
Herkese kucak dolusu sevgilerimi gönderiyorum ve tatlı bir hafta diliyorum...
Umarım sizlerin de bayram sonrası haftası benim kadar çılgın değildir de bünyeler unutuvermez tatili:)











10 Kas 2010

10 Kasım! Yani??

Dün akşam 12 itibariyle facebook, twitter ve bloglar Atatürk ile doldu taştı. Saçma! Hemen yanlış anlamayın. Ben Atatürk karşıtı biri değilim. Severim, sayarım, karizmasına hayranım, minnetle doluyum Atatürk'e karşı. Fakat yılda sadece 1 defa, o da doğduğu gün değil de öldüğü gün hatırlanan, yası tutulan bir meta haline gelmesi beni rahatsız ediyor. Kimsenin pek tabii ki kimseyi sevmek gibi bir mecburiyeti yok. Herkes istediğini hissetmekte özgürdür ve özgür de olmalıdır. Fakat bütün yıl oturup, memleket elden giderken kılını kıpırdatmayan bir sürü insanın 10 Kasım'da  böyle coşması saçmalıktan öte gidemiyor benim gözümde. Anlamsız çünkü. Böyle bir minnet ve sevgiyle doluysanız eğer bunu sadece 1 gün o da sadece profillerinizde yazarak ortaya koymanızın ne gibi bir manası, nasıl bir faydası olabilir?
Önemli olan genel olarak hayatınızda bunu yaşamak ve yaşatmaktır. Yeri geldiğinde sesinizi çıkarmanızdır sadece klavyenizi tıkırdatmak yerine...
Unutturulmak istenenlere sahip çıkmaktır oturup "ölmedin, seni özlüyoruz, kalbimizdesin, çocuklarımız adını biliyor, ne karizmatiktin sen bak memleket kimlere kaldı, ah o güzel gözlerin, şahane sözlerin" yazmak yerine. Bunları düzenli anlatıyor, yazıyor, çiziyor olsanız amenna ama koyun psikolojisi ile herkes bugün hatırlıyor ben de hatırlamalıyım, kimselerden geri kalmadan ben de yazmalıyım mantığı ile hareket ettikten sonra kime ne faydası var? Vicdanınızı rahatlatmak ve bak ben de yazdım, ben de sahip çıkıyorum mesajını vermekten öte nereye gidiyor? Bugün hep birlikte yazdınız. Tamam. Kabul. Peki yarın? Yarından sonra? 2 ay sonra? Anayasa için hayır demek için kaçınız tatilinizi böldünüz? Bölebildiniz mi?
Yılda sadece 1 gün oturup bunu yazmak koyunluktan öte bi şey değildir kanımca. Koyunluğu da bir güzel kabullendiğinizi pankartlar aça aça itiraf etmeniz de pek şahane! Herkes sirenler çalarken durmayan arabaları eleştirmesini çok başarılı bir şekilde yapıyor ama Pavlov mu eğitti anacım sizleri? Siren çaldığında durdunuz. Hem de dimdik durdunuz. Sirenlerin çalmadığı 364 gün boyunca nerelerde, neler yaptınız peki? Ahkam kese kese milleti eleştirenler önce bir ayna tutsun kendisine de ondan sonra başkalarına çomak sokmayı denesin.

Atatürk 72 yıl önce bugün ölmüş. Yazık olmuş. Keşke biraz daha yaşasaymış. Yaşayamamış işte. Her şeyi birilerinden beklemek manasız. Hele ki beklenti içinde olduğunuz kişi bir ölüyse!

Atatürk'ü anmak demek sirenler eşliğinde saygı duruşunda durmak değildir. O'nu ve oturtmaya çalıştıklarını sahiplenmek, ilerletmek, geliştirmek ve savunmaktır. Siren olsa ne yazar olmasa ne yazaaar....

Sevgi ve saygılarımla.
Umarım ters yola itilmiş benliklerimiz en kısa zamanda gerçek sevginin yolunu bulur...

4 Kas 2010

Adam Karısını Dövmeyi Nasıl Bırakır?

Memleketimin adamı tabii ki bunu da para ile halletmiş. Şaka gibi ama gerçek.

"Diyarbakır'da Sur ve Yenişehir Belediyesi'nde 7 çalışanın eşlerinin şikayeti üzerine toplu iş sözleşmesindeki karar gereği maaşlarının yarısı eşlerine verildi."


Yukarıdaki haberi okudum biraz önce ve içim acıdı.
Kadın döven adama adam denir mi?
Bırak karısını döveni, insana vurabilen insan, gerçekten insan mıdır?
Hatta bir canlının canını acıtabilen bir canlı  nasıl varolabiliyor?

Diyorum size insanlık evrim yolculuğunda ters yolda. Yanlışları düzeltmek için bile yanlış yolları seçmek durumunda kalıyoruz. Adam karısını dövmesin diye para ile terbiye ediyoruz. Vay ki vayyy halimize!!
"Karını döversen bak parandan keserim. Hatta o parayı da gider bi güzel dayak attığın kadına veririm ona göre ayağını denk al" dediğimizde ancak düzeltebiliyoruz bi şeyleri.
Para tatlı ama karın  o kadar tatlı değil!!
Kadın-erkek ilişkisinin geldiği noktaya ve adamın karısını koyduğu yere bakınca ciddi anlamda içim cız ediyor benim.
Bu aileden yetişen çocuklardan nasıl bir gelecek bekliyoruz?
Dinsizin hakkından imansız gelmiş bu sefer ama din ile iman ile nereye kadar arkadaşım??

Öyle ya da böyle bir şekilde terbiye olmuş ya bu erkek kısmısı o da bir şey. Böylelerine ulaşmanın yolu buysa bu  olsun o zaman. Dayakların devam etmesinden bin kat daha iyidir pek tabii.
Hatta belki Amerika'nın eskiden yaptığı gibi bizler de bu şekilde terbiye ediliriz. Çok ağır cezalarla vakti zamanında bir sürü şeyi yasaklamış Amerika. O zamanın yetişkinleri para ve diğer ağır cezalardan korktukları için uzak durmuşlar. Yerlere çöp atmamış, sokaklara işememiş, birbirlerine insan gibi davranmışlar mesela. Bu ortamda büyüyen çocukların doğasına da bunlar yerleşmiş, kanıksanmış, kabullenilmiş ve doğallaşmış bu hareketler. Çocuklar bunları cezadan kaçmak için değil böyle örnekleri görerek büyüdükleri ve doğruları da bu olduğu için yapar hale gelmişler. Tabii ki her şeyin istisnaları olduğu gibi burada da negatif örnekler var ama genel olarak işlemiş mi ? Evet işlemiş. Artık kültürün bir parçası haline gelince de ciddi yasaklar kalmış ve halk alışkanlıkları ile doğru yaşamaya devam etmiş bir çok noktada.

Öyle ya da böyle dayak hiç bir canlının doğasında olamaz. Bizler sevgi temelliyiz. Bizler sevgiyiz. Kendinden ayrı olmayanın canının nasıl acıtmak isteyebilirsin! Acıttığın can senin canından farklı mı ? Değil.

Umarım insanlık olarak yolumuzu buluruz. Ters yolda olduğumuzu farkına varır ve çıkış yolunu aramaya başlarız...

Hepinize sevgi, iyilik, güzellik, neşe, güven, dostluk dolu bir hayat dilerim...

Haber için buraya lütfen.

2 Kas 2010

Pasaport Tamam. Bekle Beni Beyrut Geliyoruumm

Ya yetişmezse diye tüylerim diken diken olmuştu hatırlarsınız. Yetişti. Yani yetişecek. Bugün Beşiktaş Emniyet'te şansımı denedim. Sabah erkenden kalktım ve 9'da sıra numaramı almış, kitabımı açmış ve beklemeye başlamıştım bile...En az 3-4 saat beklerim diye düşünürken 1 saatin sonunda sıra bana geldi ve eski pasaportumun süresini uzatabildim. Meğer bu oluyormuş. İlla çipli pasaporta geçiş yapmak durumunda değilmişim. Durum böyle olunca işler de hızlandı tabii. Yarın saat 16:30'da gidip alabiliyorum 5 yıl uzatılmış pasaportumu. Sadece bir sonraki schengen vizesinde sorun çıkabilir diye uyardı memur beni. "Hayırdır?" dedim. "Pasaportunuz eski. 15yıldan eski pasaportta sorun çıkartıyorlar. Siz buraya gidin gelin ve müsait bir anınızda çipliye geçiş yapın" dedi pek kibarca. Sevdim. Sevindim. Daha önce parmak izi vermemiştim. O da aradan çıkmış oldu böylece. Artık hırsızlık işine bir son vermem gerekecek ama neyse! Bana da bir kopyasını verdiler. "Bundan sonraki resmi işlerinizde lazım olabilir. Sizde de bulunsun bir kopyası" diyerek. Üstünde fotoğrafım, altında da farklı açılardan parmak izlerim var. Amerikan filminden çalıntı bir dosya evrağı gibi duruyor valla.  Memlekette böyle organize işler görünce garip bir his kaplıyor beni. Sanki asırlar öncesinden kalma bir mumya falan bulmuşum gibi hissediyorum kendimi. İlginç!! Bence yetkililer bu duygumu araştırsın. Belki kendilerine bir kıssadan hisse çıkarırlar!

Pek rahatladım. Turla gitmek durumunda kaldığım için içimde bir huzursuzluk var ama neyse...
Genelde alır çantamı kendi keyfime göre giderdim. Bu sefer onların ucuz biletlerinden faydalanırım ben de :)

Eveeet gelelim konumuza:
Beyrut'a gitmiş olan. Harika yerler bilirim. Süper lokal tavsiyelerim olur. Pek şahane insanlar bilirim oralarda bi git, gör, öp, kokla falan diyen varsa beri gelsin lütfen.

Tavsiyelerinizi heyecanla bekliyorum ve de öpüyorum canlar cinler.

1 Kas 2010

My Lovely Blog


Pek bi lovely süsümüz oldu blogumuzda hadi hayırlısı olsunnn...

Bilindiği üzere bu işin de bir raconu var. Ben racona ters düşerek bu ödülü hepinizle paylaşmak istiyorum. Ayıramam ki ben sizi. Hepiniz bi cicisiniz anacım!! İsteyen herkes buyursun alsın ödülünü. Sıkılmayın, buyrun buyruunn. Lütfen:)

Beni bu ödüle layık gören Kırmızı Çizmeli Kedi'ye kocaman sevgilerimi  gönderiyorum buralardan. Beni sizler varettiniz. Yok yok sizden önce de vardım ama blogumun süsü yoktu :)

 Hadi herkes kapsın ödülünü şimdi

28 Eki 2010

Şaşkoloz Ben

Hastane olaylarından sonra artık kendi  hayatıma dönmem ve gerçek anlamda sadece kendim için bir şeyler yapmam gerekiyor ki hayatın devam ettiğini hissedebileyim.
 Bunun için de en güzel yol seyahattir benim için. Demiştim. Bayılırım yollara, yeni yerlere...
Bayram tatili için hemmen bir seyahat organizasyonuna giriştim pek tabii. Uzun zamandır konuşuyorduk kızlarla ama  hep laftaydı. Malum, babamdan dolayı ben net bir karar verip, devam edemiyordum son zamanlarda.   Her yıl en az 1 kere gerçekleştirdiğimiz bir "girls only" turumuz olur bizim. Onlardan birini gerçekleştirmek üzere sıvadık kolları. Aslında sevmem turları ama son dakikaya kalınca turla gitmek pek mantıklı. Eee benim de vizem bitmiş. Vizesiz bir destinasyon seçmek gerekiyor. Dedik ki Beyrut olsun. Hatta olmuşken tam olsun bir de Amman olsun da tadından yenmesin. Aradık, taradık ve bulduk turu. Heyecanlanmaya da başladık falan...Araştırmaya, okumaya, plan-program yapmaya bile başladık.

Vize yok belki ama adamlar en azından 6 ay geçerliliği olan bir pasaport istiyorlar. Ben de gerine gerine benim 2011 kasım ayına kadar geçerli pasaportum diye dolanıyorum ortalarda. Bugün akıl ettim de bi baktım pasaporta aneeyy ne göreyim. Kasım değil mart 2011miş o!!!" Ne yapacağım ben peki?" diye  dolanmaya başladım son 2 saattir. Bir arkadaşım online başvuru alıyor dedi de koşa koşa sayfaya gittim. 30dk dolandıktan sonra buldum kendime başvurabilecek bir semt. Doğal olarak her yerde randevular dolmuş. Millet benim gibi rahat değil ki anacım!! Ben Anadolu yakasında otururken (hala yarı Avrupa yakası ) kalkıp taaa Bahçelievler'e gideceğim sabahın 10'unda. eee müstahaktır sana cicim. Totonu yaya yaya, havanı ata ata oturmasaysın. Şimdi de oturduğun günlere say ve atla git oralara da almış ol ağzının payını...

Online sistem pek kolay, pek işlevsel, hayat kolaylaştırıcı gibi duruyor ama malum memlekette o kadar çok güvensizlik ortamı ve o kadar çok işlemeyen sistem var ki korkmuyor da değilim. Bizim hedefimiz 13Kasım'da gitmek. Bakalım bu değerli ve cicili bicili sistem vaadettiklerini gerçekleştirebilecek mi? Dediği gibi başvurudan 3 bilemedin 5 gün sonra göndermiş olacak mı pasaportumu.

Var mıdır aranızda bu yeni sistemle ilgili bilgisi olan? Bu şaşkoloza moral verebilecek birileri var mıdır bu camiada? Yetişir mi janjanlı yeni pasaportum sizce?? Yetişsin n'oluurr...

Okuyun ve Okutun/Macaristan Konsolosluğu

Henüz bloguma bakamamışken  mesaj kutuma düşen bir maille sarsıldım. Sinirlendim. Midem bulandı.

Vakti zamanında henüz öğrenciyken ben de İngiltere Konsolosluğu'ndan bir red almış (daha önce ülkeye giriş-çıkışım olmasına rağmen) ve hata olduğunu bildiğim için direkt Ankara'ya Büyükelçiliğe giderek düzelttirmiştim. İstanbul'da karşımda oturan Türk yetkiliden Ashley'e edilen  lafların yanında devede kulak kalacak laflar  duymuş. Sırf İspanyolca okuduğum için İngiltere'ye okumaya gitmeye hakkım olmadığını yine bu Türk Yetkiliden duymuştum. O anda o adamı elime verseler paramparça edebilirdim. Salya sümük ve süngüsü düşmüş bir insan olarak çıkmış ve Ankara'dan bir zaferle dönmüştüm.

Ashley'i bilen bilir. Enerjisine ve yeteneğine hayran olduğum genç bir insan kendisi. Yaşına göre hayat duruşu etkiler beni. Annesi Red Riding Hood'un yazdıklarından gördüğüm de güçlü ve yalnız bir anne. Yalnız anne olmanın zorluklarını tek tek eleyerek devam ediyor hayata...

Başlarına geleni RRH'nin kendi kaleminden buradan okuyun ve okutun lütfen. Bu kadar büyük haksızlık ve hepsinin ötesinde aşağılanmayı hak etmiyor hiç kimse. Hele ki bunun altında sadece Türk olmak yatıyorsa vay ki vay halimize...
Türk, Kürt, Japon, Hintli, Amerikalı, Meksikalı, Müslüman, Hırıstiyan olmak "insan" olmaktan önce gelmez. GE-LE-MEZ!!!

Kimsenin bir başkasının insanlık hakkını elinden almaya da hakkı yoktur. 16 yaşında gencecik bir beyine sen bu lafları edemezsin arkadaşım diye bağırmak geliyor içimden.

Türk'ün Türk'e ettiğini de kimse kimseye etmez. Kraldan çok kralcı olmuş bu şahsiyete birileri gereken dersi vermeli...

24 Eki 2010

Hayat Kolaylaştıran Haplar

Hap dediysek edepli haplardan bahsediyorum cicim. Yoksa kimyasala hayır yani! :)
Şöyle ki :

  • Makyaj Hapı: Acelen var ya da sabahın köründe toplantın var. Daha gözünü açamamışsın. Deli gibi avuşturma ihtiyacı içindesin gözlerini. Şimdi git o gözlere kalem çek, far-rimel sür falan olacak iş mi?! İşkence değil mi? Bence işkence. İşten son dakikada çıkmışsın, koşa koşa bir yemeğe falan yetişmen gerekiyor ya da eteğinde mızırdanan bir beben var hop! atıversen 1 tane makyaj hapı surat full profesyonel makyaja bürünse ne şahane olurdu! Bir de bunların renk ve konseptleri olacak. Her duruma ve her zevke göre hazırlanacak pek tabii.


  • Makyaj Temizleme Hapı: Gecenin bir yarısı gelmişsin eve, kafa bir dünya. Al eline pamuğu önce gözleri temizle. 1 pamuk asla yetmez hele ki gece makyajında. Al 2. pamuğu bir daha sil. Sonra köpür köpür yüzünü yıka. O arada uykun kaçsın, üstün ıslansın. En kötü ihtimal üstündekinin kolları ıslansın. Hele bi de gözlerin yanarsa facia!! Onyüzbinmilyon baloncukla yıkasan bile gözlerin dibinde kalan siyah birikintiler bitmez... Bunlarla uğraşmak yerine bir hap yapsalar, atıversek bir hap ve hooop diye tüm makyaj gitse, üstüne bir de cildimiz nemlense. Biz de mışıl mışıl uyusak.

  • Çiş Hapı: Bu tam bana göre bir şey olurdu esasen! Zira şehiriçi yolculuklarda bile benzin istasyonu arayan biriyimdir ben. Hele ki İstanbul trafiğinde çişin geldiyse yandın. Köprüye girişte arabasını bırakıp yandaki evlerden birinin kapısını çalıp "allah rızası için bir  çiş edip gitsem, yolda kaldım da" diyen arkadaşım da vardır benim. Altımıza yapma noktasına gelmeden, kıvrım kıvrım kıvranmadan, acılar çekmeden, çişten konuşamayacak duruma gelmeden atıversek çiş hapımızı hooop! diye emiverse mesanedeki üreleri ne şahane olurdu!

  • Manikür-Pedikür Hapı: Zira benim şu aralar yoğunluktan toynaklarım çıkmak üzere. Ofisten çıkabildiğim saatlerde kuaförüm çoktaaan uyumuş ya da elinde çay-çekirdek diziye dalmış oluyor. Ustaların da hayatımdan çaldığı saatlerin hatrı sayılır tabii. Elle-ayaklar fena durumda, kaşlar da saçlarla yarışır heralde. Ayy çöp kedisi gibi tarif ettim kendimi ama neyse..İstediğin renkte ojeler ile seçenek süren böyle bir ürün çıksa piyasaya olmaz mı?

  • Beyin Susturma Hapı: Susmak bilmeyen beynime es verebilmek için harika olurdu! İçten içe bıdı bıdı konuşan, aklınızı çelmek için 18bin takla atan ve beynin her köşesine yayılmış siz'in farklı versiyonlarını susturmak için 1 tane hap atsanız ve sadece sessizlik hakim olsa. Ohhh sen sağ ben selamet. Bu çook ütopik oldu be!! Benim beynimi hele ki bu aralar o haplardan 10 tanesi bile susturamaz gibi geliyor ya neyse yine de olsun bu haplardan. En azından gece biraz sakinleştirir içerdekileri belki.

  • Gereksiz Anıları Silme Hapı: Benim gibi balık hafıza bir insana bile lazım bunlardan bence. Balık hafızam yeri gelince dişiliğimi kara çıkartmamak adına hemmen fil hafızası moduna geçiş yapabiliyor. Anacım unut gitsin onları, hatırlama işte ne şahane olur hayat!! Böyle seçmece hikayeleri falan silebilen haplar olsa. Beynimizde yenilerine yer açılsa.

  • Öğrenme Hapları: Matrix gibi olacak bu ama yine de güzel. O kadar çok yapmak istediğim şey var ki bu hayatta. Önemli bir kısmını gerçekleştirmiş, yeni yeni bir sürü şey denemiş, farklı kurslara ve farklı memleketlere gitmiş biri olarak bile hayat hala şekerci dükkanı gibi geliyor bana. Gerçeklerim farklı tabii. İşten dolayı o kadar rahat olamıyorum. İstanbul'da eskisi kadar vakit yaratamıyorum kendime. Hayatımın %80'ini hadi bilemedin %70'ini iş alıyor. Dolayısı ile istekler listesi uzayıp gidiyor. Biçki-dikiş kursu, go kursu, tango kursu(latin bilen biri için daha kolay olmasına rağmen yapamıyorum), takı kursu, japonca kursu, helikopter pilotluğu kursu, paraşütle atlama kursu, dalgıçlık kursu, fransızca kursu vs. gibi haplar olsa. Çaksan birer tane de bitse gitse dert. Bak vallaha çok daha tatminkar ve mutlu insanlar oluruz :)
Bunlar benim acil ihtiyacım olabilecek haplar. Liste uzarda uzar...

Olsa güzel olmaz mıydı sizce de?







22 Eki 2010

Ambulans Şoförlerinde Mesleki Deformasyon

Merak ediyorum...
Ambulans şoförleri mesai bitiminde şahsi araçlarının direksiyonuna geçtiğinde nasıl bir şoför oluyorlar?
Mesleki deformasyon söz konusu mu? Kırmızı ışıkta geçip, deli gibi kornaya basarak emniyet şeridinden basıp son gaz gitmeye kalkışıyorlar mı?
Ya da gördükleri kocaman kocaman kazalardan sonra kocaman bir bilinçle mi kullanıyorlar arabalarını?

not: geçen gün gördüğüm ambulanstan aklıma geldi de. rüzgar gibi geçti gitti yanımızdan...



20 Eki 2010

Kadınlar Dar Kıyafetler Altına Dar Donlar Giymesin Bence!

Hep erkekler onu giymesin, bunu giymesin dedik durduk. Bugün de hatun kısmına ucundan dokundurayım bari...

Daracık pantolonların, elbiselerin altına böyle lastikleri sıkı sıkı olan dolayısıyla da totoyu 2 değilde 4 parça gösteren donlardan giymesin hatun kısmı bence. Pek çirkin duruyor cicim yapma valla!!

giy bi tanga manga e hadi onu giymeyi beceremiyorsun, sevmiyorsun diyelim adamlar senin için de çözüm bulmuş pantolon donu diye satıyorlar oralarda buralarda. Dikişi yok, izi yok. Totonu da 4'e bölmüyor hem :)

                                           PANTOLON KÜLODU YANLIŞ KULLANIM

PANTOLON KÜLODU DOĞRU KULLANIM



19 Eki 2010

Korsan Taksiye EVET!

Sabah vapurdan indim ve toplantıma yetişebilmek için taksi aramaya başladım. 2 damla yağmur düşünce taksiciler kendini kral sanıyor ya memleketimde hah! işte bundan sebep ortalarda taksi yok. Olanlarda kendine uygun bir güzergah belirlemiş ve keyfine göre müşteri seçiyor...
Hal böyle olunca ben de iki satır ilerleyip oradan binmeye karar verdim. Tabii ki başka bekleyenler de vardı. Fakat adabınca kendi aramızda bir sıra yapmış bekliyoruz. Öndekiler gelen ilk boş taksiyi alıyor falan...
Sıra bana geldi sonunda ve uzaktan boş bir taksiyi gözüme kestirdim. El ettim direkt. O da bana göz kırparak(farlarıyla tabii ki ) onayladı  ve tam benim  önümde durdu. Ben kapıya doğru ilerlerken araba da ilerlemeye başladı. Trafikten dolayı daha uygun yer arıyor heralde kendine duracak diye düşünerek arkasından devam ettim. Tam elimi kapıya atacağım bizimki tekrar ilerlemeye başladı. Ben de aynen peşinde... Birazcık ilerde cep kılıklı bir yer var (kurallara uygun bir şekilde durarak yolcu alacak diye düşünmüştüm) oraya gitmeye çalışıyor sanarak bir atılımda daha bulundum ki aynı anda bir çift daha kapıya doğru atıldı. Ben tam onlara kızmaya  "bu taksi  benim için durdu" demeye hazırlanırken bizim taksici tekrar ilerledi. Şaka gibi yani!! metre metre ilerliyor biz de kapıyı yakalamaya çalışarak peşinden koşuyoruz. O duruyor biz ilerliyoruz. Biz ilerliyoruz o kaçıyor.
Sonunda park etmeye karar verdi. Hepimize birden dönerek  müşteri almıyorumu anlatmaya çalışan bir kaç hareket yaptı. En azından biz öyle sandık. Yanımızda duran takım elbisesi, markalı bavulları ile Beşiktaş'ın göbeğinde duran gavurcan kılıklı adam dikkatimi çekti o anda. Çift ile birlikte söylenmeye başladık. "Tabii elinde bavulları gördü ya havaalanıdır diye düştü bunun peşine" şeklinde karşılıklı çemkirdik. Fakat taksici arabayı park etti ve indi arabadan ve farklı bir yöne doğru yürümeye başladı. Biz de "haa bu da bize kapak olsun" diye düşüne düşüne başka bir taksinin peşine düştük. Çift ilerledi ben bekledim. O anda  biraz daha yürümeye karar verdim ve tekrar taksicinin o tarafa doğru döndüm ki ne göreyimm!!! Bizimki almış fiyakalı bavullu abinin malları bagaja koyuyor. Gavurcan abi de arka koltuğa bir güzel yerleşiyor. Kuntiz taksici bize oyun yapmış meğer!!!
Yanına kar bırakır mıyım sizce? Bir akıllı sensin di mi? PIŞIIIIKKK !! En azından kendi içimi rahatlatmadan bırakmam seni. Dur bekle geliyorum...
Hemmen adımlarımı hızlandırdım ve hareket etmeden yakaladım onları. Kapısına vurdum ve kapıyı "buyrun hanımefendi" diye açtı bizimki. Ban seeeen kibar da olmayı denermişş diye düşünerek içimdekini kusuverdim suratına;
"Tebrik ederim sizi. Bravoo!! İnşallah bütün gün müşteri bulamazsınız"
Ben lafımı dedim ve kapıyı da açık bırakarak yürüdüm gittim. Arkamdan homur homur söyleniyordu. Umrumda değil. Astığım astık, kestiğim kestik şeklinde dolanan taksicilere uyuzum ben uyuz!! Sadrazamın ne tarafından düştü acaba bu adamlar?!
Sonra utanmadan birleşip korsan taksiye hayır demiyorlar mı aklım almıyor. Sizler böyle olduğunuz sürece korsan taksiye evet!!!


not: bu post hilal'e gitsin istedim. daha dün taksici hikayelerine ne oldu diye sormuş daha çok isterim demişti :) gönülden istemişsin demek ki buyur cicii :)

17 Eki 2010

Çelişkiler Kraliçesi

Aklım karışık. Kendime karşı bir savaş açmış gibiyim. Çelişkiler Kraliçesi ilan edilebilirim bu haftalığına...
Kararlar almaya, bazı şeylerin tanımını bulmaya çalışıyorum bu aralar. Aslında inandığım değerlere göre bu kadar kurcalamam gereken bir şey yok ortada. Sadece gönlümü dinlemem, kalbim ne diyorsa onu yapmam lazım diyorum kendi kendime. Tam inandırmak üzereyken zihnim çat! diye bir şeyler atıveriyor ortaya. Ne kadar uğraşsam nafile. Oda cezası falan verip de uzaklaştıramıyorsun ki meleti! Kalbim bir laf ediyor, zihnim 18 araba laf ile kafa tutuyor. 1 düşünce yetiyor allta yatanları tetiklemeye. O 1 düşünceden nerelere vardığıma kendim bile şaşıyorum. Nasıl beceriyor bu beyin denen organ bu hızda bu derece çetrefilli çalışmayı ?
Her boşlukta bir şeyler fırlayıveriyor zihnimin derinliklerinden. Eziliyorum ara ara . Nefesim kesiliyor. Saçma ama gözlerimin dolduğu bile oluyor. O kadar basit şeyleri nasıl da bu kadar karmaşık hale getiriyor! Kalbim "Boş bunlar. Sen biliyorsun aslında" diyor ama dinleyen kiiim!!
Kalbinin sesini dinle klişesine inanırım. Fakat koyu müslüman olup da domuz etini yemekte beis görmeyen biri gibiyim bu aralar. Kalbimi dinlemem gerektiğine inanırken zihnim ve egom ele geçiriyor beni.

Kalbinin dediği ile zihninin dediği, hatta dedikleri birbirini tutmuyorsa eğer ve senin canın domuz da istiyorsa aradabir ne yapmalısın?? Deli gibi domuz yemene rağmen hala müslümanım diyebilir misin?

Ben bunu araştırıyorum bu aralar. Fazla düşünmekten beynim, ileri derecede hissetmekten de gönlüm yorgun.

**hemen aşk-meşk işleri ile ilintilendirmeyin lütfen. mevzu daha derin... yarına bi şeyciim kalmaz canlar cinler. güle oynaya geri gelirim inşallahh



15 Eki 2010

Kendi Gözlerinle Görsen Bile...

                                        Her şey, her zaman göründüğü gibi olmayabilir.
                             Düşün. Değerlendir.Yargılama. İpini çekme hemencecik. Şans ver.

                                 En tatlısından, en ballısından bir haftasonu dilerim hepinizee...
                                    
                                 Kucak dolusu sevgiler...

10 Eki 2010

Hani Bana? Hani Bana?

Oldum olası en sevdiğim şeydir gezmek. Genetik miras, yapacak bi şey yok...

Zamanında annem ve babam akşam iş çıkışı motorsiklete atlayıp Edirne’den İstanbul Kumkapı’ya rakı-balık yapmaya gelirmiş . Bütün gece takıldıktan sonra aynen motorla geldikleri yolun tersine yol alırlar ve hiç uyumadan da iş başı yaparlarmış... Günlük rutinleri böyleyken düşünün artık arabaya atlayınca bu çılgınlar nerelere giderlermiş. Zamanın şartları gereği bu seyahatler hep yurtiçinde olmuş. Varsın olsun, önemli olan gitmektir bence. Gittiğin yerin her zaman pek kıymeti olmayabiliyor... Güzel beslenmiş ruhları yollarda ve beslemişler bizleri de bu balla...
Şimdi böyle bir anne babanın evladının da zamanın değişen şartlarını da arkasına destek yaparak dünyayı gezmesi lazım ya neyse ben henüz o kadarını becerebilmiş değilim. Hala umudum var ayrı...
Ama yine de az gezmiş değilim. Fakat seyahat öyle bir şey ki tadına bir baktın mı dur durak bilmiyorsun. Artık yollar lazımdır sana... Fazla oturunca suçluluk gelir bulur seni, yapışıverir yakana sorular.

Son bir kaç aydır yakama yapışan sorulara cevap arar haldeyim. Verecek cevabım yok. Bu aralar sanırım bolcana bahanem var. İş var güç var, vakit yok, düzen var, sorumluluk var, özgürlük yok, fatura var, fatura var, fatura var...
Eskiden olduğu gibi sırtıma çantamı alıp karşıma çıkan ilk otobüse binip atamıyorum kendimi yollara. Varsın param olmasın, varsın kalacak yerim belli olmasın, uyurum sahilde, otobüs duraklarında diyemiyorum öyle kolay artık... Sırtıma çantamı alıp, koyuyorum içine laptopu ve karşıma çıkan ilk arabaya binerek tutuyorum ofisin yollarını...
Ama dedim ya insanın özü bir kere aldı mı bu güzelliğin tadını, bırakmıyor peşini, içerden içerden sıkıyor, sıkıştırıyor ruhunu... ‘Hadi , hadi, ne zaman?’ Gibi soruları bir bir, durup durup atıyor, sonra da kaçıyor seninle yüzleşmeden. Sen de ara dur cevabı peehh....
Hep derim kendime ve herkese sıkmayın canınızı gereksiz şeylerle bu hayatta. Her zaman en azından iki seçenek var önünüzde. Olumlu bakmak ya da olumsuz bakmak! Bilirim her zaman öyle söylendiği kadar kolay olmaz ama çabalarsan, istersen inan daha kolay bir hale gelir...Tam da bunu yapmaya zorluyorum içerden durup durup isyan eden ufaklığa karşı kendimi.
Lafın özü:
Ben yine dellendim. Gidesim var. Bol bol gezesim, göresim, beslenesim, besleyesim, öğrenesim, konuşasım, uyuyasım, uyandırasım, yiyesim, içesim, yediresim, içiresim, isyan edesim, coşkulanasım, gülesim, güldüresim, tanışasım, tanıştırılasım, el uzatasım, el uzatılasım var benim. Seyahat edesim var benim anlayacağınız.
Yeni yeni araştırmaya, keşfetmeye başladığım güzel güzel seyyahların blogları da bir heveslendiriyor ki beni sormayın! Avucumu yalayıp, içimde imrenmekten çatlamak üzere olan ruhumu bastırıp okuyorum yazıları. Onlarla birlikte gezmeye başladım sanki. Buralardaki arkadaşlarla asla kıyaslamam, kıyaslayamam kendimi. Dedim ya ben 20 ülke ve bu 20 ülkenin bilmem kaç şehrini görmedim... Sırtına çantasını alıp 6 ay, 8 ay hatta 9 ay 1 yıl kendini yollara atanlar, atabilenler var. Onlar gibi olmadım, olamadım. Hamster gibiyim ben bir noktada. 6 ay uzakta kalamam yuvamdan. Sıcacık yorganın altına girip uyumak isterim. Arkadaşlarım sarsın, sarmalasın beni isterim. Ama daha önce olduğu gibi gidip gidip gelebilmeyi de çok isterim.

Yaş olmuş 30. Dedim ya iş var, sorumluluk var. Oturduğum yerden de para veren olmadığı için ofis yolları taştan durumları var...
Söyleyiverin a dostlar durum böyleyken ben mi göremiyorum bir çıkış? Tembel miyim? Kolaya mı kaçıyorum? Maceracı, aç, öğrenmek, görmek için can atan, yerinde duramayan ruhumu bir yerlerde unuttum da yerine başkasının ruhunu mu kakaladılar bana? Yaş 30 olunca, ‘sorumluluk’ sahibi olunca böyle mi oluyor insan yoksa? Eee hadi biz işten güçten, para kazanmaktan yana koyduk bahaneleri ortaya bunun bir de çoluklu çocuklu olan versiyonu var. O zaman daha da mı fena oluyor durum?
Dokunmayın daha da sorasım var. Hem de çok sorasım birazcık da isyan edesim var. Yaş 20’lerde dolanırken, yaşam için, okul için para hazır gelirken, gezmek için parayı da az çalışarak temin edebiliyorken ne güzelmiş hayat! Canım annem, balım babam sağolun var olun bana bu ülkenin, bu şartlarında böyle bir ‘lüksü’ tattırdığınız için, selam olsun sizlere buralardan...
Dedim ya okuyorum bu aralar bol bol seyahat bloglarını... Heyecanlanıyorum onlarla, inanın gözlerim doluyor bazılarında ! Komik di mi?!
Bense kapının arkasına saklanıp ‘Hani bana? Hani Bana?’ diyorum küçük parmak misali...

p.s. ozlempansiyon çok güzel toparlamış bu seyahat bloglarını. Bence bir göz atın. Sizin de küçük parmak uyanabilir aman dikkat . Sonra söylemedi demeyin!

Not: Daha önce yayınlanmış yazılarımdan biridir.

8 Eki 2010

Vapur Hayatı&Vapur Gazetesi

7 yıldır aynı evde yaşıyorum (ya da dum). Evim işim arası yürüyerek 15 dk idi ve ben bu 15dk'lık mesafe için bile  yağmurlu havalarda, aşırı sıcak havalarda, soğuk havalarda taksi aranır dururdum.

 Bu hafta itibariyle hayatıma sabah-akşam 1 doz olarak alınması gereken bir köprü girdi. Hayırlı olsuunnn... Vapur kullanmaya başladım. Halka karıştım eyy dostlar!! Vapur sonrası yine taksi ile devam ediyorum pek tabii. Totom kıymetli ya! Araba ile her gün o trafik zaten çekilmez. Ayrıca vapurun yeri bende ayrıdır. Hep sevmişimdir vapur seyahatlerini. İstanbul'a ilk geldiğim zamanlarda -ki o zaman daha ilkokuldaydım ve burada üniversiteyi kazanan ablamı ziyarete gelirdim- bu şehir beni boğazından geçen kocaman kocaman gemileriyle fethetmişti. Hala çok etkilenirim geçen her yük gemisinden. İçime dokunur. Büyüler beni. Şaşırtır. Mutlu eder...
Uzun lafın kısası mutlu oldum vapurlu hayattan. Her sabah boğazı görerek, boğaz havasını alarak işe gelmenin tadı da  bir farklı. Ayrıca vapur insanları da çok renkli.
Mesela illa her sabah uyuyakalan birileri oluyor ve hiç tanımadığı biri gidip hafifçe omuzuna dokunarak uyandırıyor ki orada inecekse kaçırmasın durağını. Elinde kitabı ile arada bir kafasını kaldırıp gözünün ucu ile boğaza selam edip okumaya devam eden bir grup da var. Gazete zaten en bol bulunan malzeme vapur içinde. En bol bulunmasına rağmen de en kıymetlisi odur her daim. Yandan, önden ve arkadan hep birileri misafir olmak ister gazetenize. Kimisi gayet rahat uzatır kafasını ve utanmasa "dur durr değiştirme sayfayı, daha bitirmedim" diyecek kadar aleni katılır size. Bazıları da yan yan, çaktırmadan okumaya çalışır. Birilerinin ona baktığını farkettiği anda hoop! kafasını çevirir. 2dk sonra kıçım kıçım sokulmak sureti ile devam eder kaldığı yerden. O ara kazara sayfası değişmiş ve okuduğu yazı yarım kalmışsa vah vahh!! suratı bile düşer mutsuzluktan. Bazıları gazeteyi o kadar milletin malı olarak kabul eder ki gelip elinizdeki gazetenin orta sayfasını bile ister rahat rahat;
"Orta sayfayı ya da spor sayfasını ben alabilir miyim hanımefendi? Siz nasılsa daha başlardasınız"
Nasıl yani?? Öyle yani cicimm... Gazete milletin ortak malıdır. Adam da kendi payını istiyor işte ne şaşıyosun ki anlamadım!  Hele ki vapurdaki gazeteler hepimizindir.
Okuyan bırakır gazetesini orada ve o gazete bütün bir gün boyunca sarışının, uzunun, kısanın, esmerin, kumralın, bankacının, işçinin, boyacının, tabelacının, reklamcının, muhasebecinin, senin, benim, onun elinde gezer durur. Gün sonunda da belki kaptan köşkünün camlarını silerek bitirir görevini. Kelebek misali. 1 günlük hayat. Yaşa yaşayabildiğin kadar...
Bu sabah ben de bu gruba katıldım. Tam karşımda gazetesini çarşaf çarşaf açmış, özendire özendire okuyan bir beyin gazetesine misafirliğe gittim. Yandan yandan olmasa da gözlerimi ara ara kaçırmak sureti ile ana sayfadaki haber başlıklarını okudum. Okumadan 3 dk önce de aynı beyin hemen yanında oturan yan gözcü abiye takılmıştı gözüm. Neden kendine gazete almaz da yandan yandan eziyet halinde başkasının gazetesini okur ki diye düşünmüş ve hafiften huysuzlanmıştım konuyla ilgili...
Sonra yukarıdan birileri sopa yerine beni kendi gözlerimle dürtmeyi tercih etti. 3 dk sonra kendimi yakaladım karşımdaki gazetede dolanırken. Gerçekten de bu işin tadı da bir ayrı oluyormuş be!!

6 Eki 2010

Taşındık. Yani Kısmen...

"Haftasonunu kazasız belasız atlattık. Taşındık. Bitti." diyerek başlamayı ne kadar çok isterdim. Diyemiyorum ama. Pazar sabahı sevgilinin evi  taşıdık, bitti. Ohh. Fakat taşınmadan önce cilalanmak üzere mis gibi temizleyip bıraktığım eve eşyalar ile birlikte kapıya dayandığımızda yerdeki lekeleri görünce cinnet geçirmedim. Evet evet cinnet GEÇİRMEDİM. Çünkü o kadar  büyük bir moral bozukluğuna hapsoldum ki cinneti bile hissedemedim. Bu ustalar benim elimde kalmadan bu işi nasıl bitirdim inanın bilmiyorum. Kendimi de tebrik ediyorum ayrıca bu konuda. Pazar sabahı erkenden evin kapısına elimde bezlerle dikildim ki adamlar gelmeden son bir toz alayım. Bu arada senin evini senden başka kimse senin istediğin gibi temizleyemiyor. Bir kere daha ispatladım bunu kendi kendime. Ciladan önce 2 hatun geldi temizlik için. "Yaladık resmen yaladık"  diyerek gittiler. Arkalarından 3 kişi ayrı ayrı temizledik tekrardan.
Neyse... Kapıyı açtım ve mis gibi huş yaptırdığımız rabıtaların (ahşap yer kaplaması) yer yer siyah lekeler tarafından esir alındığını gördüm!! Nasıl yaa?!! Hala bilmiyoruz nasıl olduğunu. Ben bilmiyorum. Marangoz bilmiyor. Sistreci bilmiyor. Rabıtaları satan adam bilmiyor. İşin başındaki ustamız bilmiyor. Eee kim bilecek anacım bunu o zaman??Kimsenin bir cevabı yok! Saçmalığın daniskası. Garip garip teoriler var sadece. Fakat ben bunları değil çözüm önerilerini duymak istiyorum. Sorun net olarak tespit edilemediği için elle tutulur bir çözüm önerisi de yok şu aşamada. Farklı alternatifler var denenmesi gereken.
2 gün girmedik cicim biz bu eve sırf o cilalar kurusun, lekelenmesin diye. Sırf bu beklemeden dolayı ayaklarım totoma çarpa çarpa, son dakikada bitirdim her bi işi sevgiliyi pazartesi sabahı evde kahvaltı masası ile karşılamak için. Yaptım da!
Pazar günü bir yandan ev taşıdık. Bir yandan temizlik yaptık. Bir yandan elektrikçiler eksikleri tamamladı ve ilave istekleri yerine getirdi. O koşturmaca ve kargaşada bir de tüm bu marangoz ekibini eve diktim ki görsünler ne yaptıklarını. Dolayısı ile bir yandan da İtalyan aileler gibi 8 kişi aynı anda konuştuk. Tartıştık. Sigaralar içtik. Ses yükselttik. İnceledik. Sigaralar içtik. Telefonlar açtık. Sigaralar içtik. Farklı zımparalar denedik. Nafile anacım. Çözümü bulamadık.
Şu anda son durum şu;
Sevgili tekrar seyahate gittiğinde yine sistreci girecek eve. Sistre sonrası lekeler çıkarsa ne ala. Çıkmazsa eğlence o zaman başlayacak!! Farklı cilalar ile ahşabın rengini koyulaştırmadan  ya da tamamen kaybetmeden istediğimiz rengi yakalamaya çalışacağız anlayacağınız. Dua edin noooluurrr. Sistre ile olsun bitsin bu iş.
Dolayısı ile biz tam olarak yerleşemiyoruz. Tüm eşyalar kalkacak. Gerçi henüz benim evdeki eşyaları getirmediğimiz ve yeni alınacakları tamamlamadığımız için nispeten rahatız o konuda. Sorun yok. Tatsız bir olay tabii ama ben buna da işin nazarı diye bakıyor ve geçiyorum. Napalım. Oturup kendi kendimi yiyeceğime ortaya çıkan sonuca bakıp elimde çayımla boğaza karşı keyif yapıyorum. Yani işin güzel kısmına bakıyorum ve bakacağım. Öyle ya da böyle çözeceğiz bu konuyu da. Bu sorunun dışında her şey çok ciciiii. İçimize sinen, bizi mutlu eden bir ev oldu. Ufak tefek usta sorunlarına da kafayı takmama kararı aldık. Sonuçta mimara verip bilmem ne kadar paralar harcayarak yapmadık biz bu evi. Ne kadar ekmek o kadar köfte hesaplamasından gidersek şu anda bizim ekmekten köfteler taşıyor :))
Sırada benim evdeki ıvır zıvırın bu tarafa aktarılması kaldı. Yakın zamanda  o evi de kapatıp bir evde toplanmış olacağız. Hayırlısı olsun diyelim:))

Taşınmaya dair bir kaç not ile kaçıyorum;
* İnşaat süresince anamdan emdiğim sütü burnumdan getirmek için elinden geleni ardına koymayan marangozumuza saygılarımı iletirim. Yıkılmadım ayaktayım sana inat!!
* Elektrik işlerimizi yapan ustalarımızı tek geçerim. İhtiyacı olan varsa direkt mail atsın şiddetle tavsiye ederim.
* İgdaş muhteşem çalışıyor. Ne kadar kibar, ne kadar düzgün bir ekip oluşturmuşlar inanamazsınız. Her soruya kibarca cevap veriyor ve sorununuzu çözene kadar sesleri düşmeden konuşmayı başarıyorlar.
* Ferroli'den yeni bir kombi aldık. Servis ağları gerçekten çok başarılı. Servis ekipleri çok saygılı, sevecen ve yardımsever. Çok kritik noktalarda hayat kurtarıcı olarak devreye girdiler.
* Bosch'tan aldığımız ankastre setini aynı gün içinde gelen 2 ayrı ekip anca bağlayabildi. İlk gelen ekip benim uyarıma rağmen "gaz kokusu değildir o fırından geliyor dedi" ve gitti. Arkalarından evi resmen gaz kokusu bastı. Ekiplerini biraz daha kontrol etmeliler bence ki ben gerekli şikayeti de yaptım zaten. 2. gelen ekip gayet başarılıydı...
* Türk Telekom feci. Aslında ekip iyi ama sistem kötü. Biz aynı binada alt kattan üst kata nakil işlemi yaptırdığımız için daha zor oldu aslında işimiz. Sıfırdan hat istiyor olsaydık çok daha kolay hallediyorlardı bu işi. Gidip nakil istedik. İmzaladık evrakları. "1 saat sonra sisteme girer. Hemen telefon açıp, randevunuzu alın" dediler. Sevindik. 3 saat sonra aradık garanti olsun diye. Sistemde göremediler kaydımızı. 1 saat sonra tekrar aradık. Yine yok. Telefondaki hatun öldüm ölecem ve ayrıca da  ocaktaki yemeğime yetişmem lazım tonunda konuştuğu için saniyelere kelime sığdırmak için koşa koşa konuşup kapatıyorsun. Sonunda sevgili "peki o zaman ben 444'lü numarayı arayıp neden hala sisteme girmediğini öğrenip bir şikayette bulunayım " dediği anda hatun hayata dönmeye karar verdi. Yemeği yakma pahasına hemde!!. Neyse kayıt alındı. Yarın gelirler dendi. Gelecek ekibin telefonu verildi ki onu da biz istedik de verdi. Çünkü herhangi bir saat dilimi vermiyorlar!!! Sen bütün gün evde oturup beklemek durumundasın. Böyle saçmalık olur mu bu devirde? Tüm gün o telaş içinde, yapacak o kadar iş varken oturup sizi nasıl beklerim ki ben ? Bekledim tabii seve seve... Sonuç olarak Türk Telekom sistem olarak yetersizdir kararını verdik biz.