2 Ara 2010

Beyrut - İlk Sabah

Sabah erkenden kalktık yataklardan. Heyecan, akıl karışıklığı ve meraktan dolayı zaten uyuyamadık ki bütün gece. Yatakta vakit kaybetmek gereksizdi. Sokaklara çıkmalı ve kendimiz görmeliydik neler olup bittiğini...
Kahvaltı salonunda bizden başka turist kılıklı birilerine denk gelemediğimiz için de soru işarelerinin yönü oteli ayarlayan ajansa yöneldi pek tabii ki. Hoş hepi topu bizimle birlikte 3 masa falan vardı ya neyse...

İlk günün acemiliği ile ne giyeceğimize karar veremedik. Yine okuduklarımızdan anladığımıza göre  herkes mini mini dolanıyordu etrafta. Fakat akıl karışmıştı bir kere. Ne hikmetse okuduklarımız ile gece  yarısı karşılaştıklarımız  örtüşmüyordu. Zaten kafalarda da bir Arap konsepti hakimdi önceden gittiğimiz Arap Ülkelerinden kaynaklanan. Bizim valizler bu tarz minik kıyafetler ile dolup taştığı için nadide parçalarımız arasından birimiz için  uzun bir elbise, birimiz için  uzun etek üstü t-shirt, birimiz için de bol pantolon ve askılı, hafif bol bir t-shirt üstüne karar kılarak, kısalarımızı giyemesek bile renklerimizden asla vazgeçmemiş bir halde  attık kendimizi güven duygusu ile yollara. Mor, deniz mavisi, turuncu ve yeşil...
Tabii ki bayramın ilk günü olduğu için kahvaltı sonrası odamızda bayramlaşmayı, ailelerimizi aramayı da atlamadık :)
Lobiden haritamızı aldık. Sorduğumuz adresleri işaretlettik ve ilk hedefimiz için ne tarafa yürümemiz gerektiğini sorduk. "Oooo uzak. Mutlaka taksiye binin" dediler. "Kaç dakika sürer yürüyerek peki?" dedik. "20dk en az" dediler de gülmemek için zor tuttuk kendimizi.  Yönümüzü öğrenerek saldık kendimizi yollara...Elimizde harita, ruhumuzda huzur, merak ve soru işaretleri ile yürürken bizi sokaklardaki insanlardan önce binalardaki kurşun izleri ve boş sokaklar karşıladı. Şehrin bir kısmı hala yaralı, hala savaşı çarpıyor yüzünüze...
Otelimiz Hamra bölgesindeydi. Herkes Hamra'yı İstiklal Caddesi ile kıyaslamış ve insan-araç trafiğinden geçilmediğini söylemişti oysaki. Nasıl oluyordu o zaman bu? O kadar kalabalıktan bahsedilirken bizi Arap'lardan önce bu boşluk mu karşılıyordu? Bir çok ülkenin bir çok şehrini gördüm bugüne kadar. Hepsinin de turistik sokaklarının dışına çıktım sırf gerçek hayatla karşılaşabilmek, tanış olabilmek adına ama bu kadar yerimi-yurdumu, yönümü şaşırdığım olmamıştı. Belli ki beklentimizi çok yükseltmiştik önceden okuduklarımız ile. Neredeydi yeniden uyanan Ortadoğu'nun Parisi? Neredeydi o sokaklara sığmayan avrupai insanlar?
İlk anda kaynaşamadık Beyrut'la diye kritik yapmaya başladık kendi aramızda. Bir yerlerde kucak açmış olarak bizi bekliyor olmalı dedik.10dk kadar yürüdükten sonra arkamızdan gelen Amerikan aksanına takıldı kulaklarımız ve hemen koştuk gittik yanlarına.Yol sorduk. Tarif aldık. Biraz gülüştük. Gay bir çiftti. Belli ki gayet hakimdiler şehire ve yine gayet belliydi ki gay olarak bir Arap şehrinin bu ıssız sokaklarında rahat rahat, gülüşerek dolaşmaktan da çekinmiyorlardı. Güzel bir şeydi bu. Oralardan bir yerlerden Beyrut bana göz kırpıyordu sanki. Devam ettik yolumuza ve biraz ileride askeri araçlara ve sokak başında nöbet tutan askerlere denk geldik. Yine okumuştuk. Biliyorduk bunları da yani. Yine de ilk karşılaşma, hele ki 10. karşılaşma garip geliyor insana. Zira sonradan fark ettik ki Beyrut'un hemen hemen bütün sokakları askerler ve polisler tarafından kontrol altındaydı ve her ikisi de askeri üniforma ile dolaşıyorlardı. Asker sivil  ile asla konuşmuyor ama polis konuşabiliyordu. Bunu da bizimle konuşmayan ilk askere denk gelene kadar fark edemedik. İlk karşılaştığımız polise yolu sorduk ve yine "Taksiye binin" cevabını aldık 10dk'lık yürüyüş mesafesi için. Yürümek istediğimizi söyleyince yön göstererek gülümsediler. Temiz yüzlü. Bilinen klişe Arap çizgilerinden uzak, gayet avrupai çizgilere sahiptiler ayrıca. Dişleri tertemiz ve gayet muntazamdı hem. Toplamda 30dk'lık bir yürüyüşten sonra  Downtown  ya da Solidere dedikleri merkeze varabildik. Yol boyunca zaman zaman kurşun izleri, zaman zaman çok katlı modern binalar, zaman zaman yepyeni ve lüks arabalar, sayılı olarak da döküntü arabalar süsledi yolumuzu. Yollarda yürüyen insanları görmeyi bir türlü başaramadık ama...
Downtown'ın girişini yine askerler tutmuştu (polismiş, sonradan öğrendik). İlk anda olay var ve giremiyoruz sandık. Sorduk ve direkt kapı açıldı. Meğer normal düzen böyleymiş. Sonradan bir çok yerde denk geldim sokak başlarında polisler tarafından açılan bariyerlerden girişlere...
Şu anda yaşadığınız şehrin sokaklarında asker üniformalı polis ve askerlerin sürekli olarak nöbette olduğunu bir hayal edin tam da şu anda. İstiklal caddesinin başını ve sonunu askerler kontrol ediyor misal. Ne hissettiniz?
Downtown'ın ana caddeleri savaş sonrası tamamen yenilenmiş. Civarında ise hummalı bir çalışma, muazzam genişlikte inşaat alanları hakim. Yeni gelen binalar resmen tasarım harikası. Bundan 5-6 yıl sınra Beyrut inanılmaz bir hal alacak bence. Bazı binalar 6 kez yıkılmasına rağmen 6 kez yeniden yapılmış. Takdiri hak ediyor kesinlikle. Sarı ve sıcak bir rengi var. Severim. Fakat yine sokaklarda insanlar yok. Burasının da kalabalıktan geçilmiyor olması gerekiyordu. Biz de gezilmesi planlanan yerlerimizi gezdik. Gezerken de bir kaç Arap dışında Türk'lere rastladık. Kulağımıza takılan türkçe cümleler ise içimizdeki soru işaretini daha da büyüttü "Yanlış yerde miyiz acaba? Burası hiç kalabalık değil ve her yer de kapalı" diyordu bir adam karısı olduğunu tahmin ettiğimiz bir hanıma...
Bu bölgede görülebilecekler ise:
Osmanlı Saat Kulesi,  savaş sırasında yerle bir olup çok kısa zamanda Beyrut’un yeniden yapılanmasında büyük rolü olan eski Başbakan Rafik Hariri’nin girişimleriyle  yenilenen Mecidiye Camii, Ömer Camii, Başbakanlık ve Parlamento Binası. Bir de Hariri’nin mezarı var. Biz şans eseri bulduk burayı. Bilir misiniz bilmiyorum ama Lübnan için önemli bir isimdir ve bomba patlaması sonucu 7 koruması ile birlikte hayatını kaybetmişti. Şaşırtan şey bu kadar şatafata, abartmaya bayılan Arap Milleti nasıl olmuş da önemsedikleri bir adamın mezarını bir çadırın içine koymuş!! Evet evet bildiğiniz kocaman bir çadırın içinde mezarı. Nöbetteki polisler ingilizce bilmediği için tam olarak anlatamadılar nedenini sormuş olmamıza rağmen. Bilen varsa beri gelsin lütfen.
Hepsini de toplamda 30dk içinde görebiliyorsunuz. Saat Kulesi'nin etrafında yıldız kolları gibi dağılan sokakları sırası ile gezdiniz mi bitti demektir. Sırayla karşınıza gelecekler.
Türkler olarak aynı sokakta cami ve kilise görmeye alışık olduğumuz için doğallıkla gezdik, gördük, inceledik. Bu bölgede sıradışı bir mimarı vs yok. Bunları bekliyorsanız Beyrut'a gitmeyin derim. Beyrut'a gönül gözüyle bakmak, şehrin geçmişini  sürekli göz önünde bulundurarak yürümek lazım sokaklarda. Gördüğünüz her kurşun deliğinin yanında park eden süper lüks araçlara bakmak lazım aslında cami yerine. Her adımda yıllarca yaşanan olayları düşünmek lazım derim. Bu kadar kısa zamanda buralara gelebilmiş olmalarını akıldan çıkarmadan incelemek lazım tüm şehri ve hayatı. İşte o zaman içinizde garip  duygular uyanıyor. Kurşun izlerine dokunmak istiyorsunuz, sevmek ve o yaraların hepsini tamamen silip, yok etmek duygusu ile dolup taşıyor ve bir kere daha hayret ediyorsunuz hayatın nerelerden buralara gelebildiğine. Yıllar önce televizyonlarda ve gazetelerde dönüp duran savaş, yıkıntı fotoğrafları yerine şimdi sokakları Ferrari'ler kaplamış. Savaştan parayı kaldıran kaldırmış, yükünü tutmuş anlayacağınız. Kara paralar paklanmış, uyuşturucu ticareti kök salmış ve gece hayatı ciddi bir para akışı sağlamış bu memlekete. Ben Montecarlo'da bile arka arkaya park etmiş 9 tane Ferrari'yi görmemiştim. Bu şehirde bu manzaralar doğal hale gelmiş.

Artık oturup bir kahve içmenin vakti gelmişti. Olsundu bizim için. Amacımız zaten yayma tatiliydi. Kafa dağıtmak ve bol bol yemek yemek istiyorduk. Biz de onu yapardık...
Ana cadde üstünde bir mekan seçerek oturduk. Saatlerimiz 13:30 olmuştu. Garson o kadar güleryüzlü, o kadar pozitif enerjiliydi ki bizi bir anda sarmalayıverdi. Biz de bir anda çözülüverdik. İçimizdeki bütün soruları attık bir anda üstüne:)
Burası merkez değil miydi?
Burası merkez ise okuduğumuza göre çook kalabalık olmalıydı. İnsanlar neredeydi? Hayat ve sokaklar böyle boş muydu?
Garson önce gülümsedi ve sonra da bize "çünkü bayram" dedi. "Bayramın ilk günü. Henüz erken. Herkes ailesi ile bayramlaşıyor. 3'ten sonra buralar acayip kalabalık olur" dedi. Kocaman da gülümsedi sanki şaşkınlığımızı hissetmiş gibi ya da biz o kadar şaşırdık ki gayet net okundu. Bilemiyorum.
İşte bu. İşte bu!! Biliyordum. Biliyorduk. Beyrut sadece bu olamazdı. Biz henüz Beyrut'u görmemiştik ki! Beyrut bizim çook eskide bıraktığımız bayramının ilk  gününü yaşıyordu. Aileler bir aradaydı. Bayramlaşıyorlardı.
Bayram bizler için çoktaan gezmek için, tatil için bir bahane halini almış ki resmen akıl edemedik bunu. Düşünemedik ki müslüman Arap'lar için de bayram. Şehir bayram sabahını yaşıyordu henüz ve otelin lobisinde, kahvaltı salonunda görüp de turistliği yakıştıramadıklarımız da civar Arap ülkelerinden gelen turistlerdi. Meğer çok gelirmiş Arap turist Beyrut'a ve Beyrut'lular da pek istemezmiş onların gelmesini. Tercihleri Türk'lerin gelmesinden yanaymış. Bizler daha modernmişiz. Şehri daha keyifli kılıyormuşuz ve pek seviyorlarmış bizi. Zaten Türk'lerin haricinde etrafta pek fazla Avrupa'lı ya da Amerika'lı veyahut Asya'lı görmüyorsunuz. Suşi restaurantlarında çalışan Asya'lılardan başkasına denk gelmedik misal.

Bu rahatlama ile koltuklarımıza gömüldük ve 2 saat boyunca kahvelerimizi içerek keyif yaptık. Nasıl olsa henüz şehir koşmuyor, koşturmuyordu. Biz niye koşturacaktık ki?! Daha yeni başlıyorduk. Beyrut bize kollarını açıyordu. Henüz ufukta görüyordum ama sonuçta görebiliyordum....




6 yorum:

battodol dedi ki...

önceki yazını okuduktan sonra dedim ki dur bundan sonraki seriler bitmeden okumıyım sonra hepsini beraber okurum ama dayanamadım bunu da okudum :) Ne kadar güzel yazmışsın öyle öykü gibi, tekrar gitmiş kadar oldum.
O asker olayını arap ülkelerinde genelde öyle, çok ürkütücü geliyo başta, en lüks otelin girişinde bile oluyo bazen ellerinde kalaşnikoflarla.
Diş bakımı olayı da süper tespit. Burda da herkesin dişler dökülüyooo berbat halde.

Eliza Doolittle dedi ki...

Çok dinleyip çok merak edip ilk fırsatta gitmek istediğim diyarı ne güzel anlatmışsın NzNcım..."Yayma tatili" de bayıldığımdır, bi şehrin ruhuna inmek için koştura koştura gezmek yerine, mekanlarında uzuuun uzun oturup etrafı gözlemlemek keyfine hep inanırım...

NzN dedi ki...

battodol'cum,
hepsini tek bir post halinde yazsam kabus olacaktı :) yavaş yavaş yazıyorum hepsini ...
dayanama oku hepsini cicimmm :)))

Eliza'mmm,
özlemişim kız seni!
Beyrut güzel bir yer, gidilesi-görülesi bir yer. hele ki gece hayatı coşulası bir yer anacım :)
yaymak da en güzelii ben bol bol yaydım, bolcana da gözlemledim hayatlarını....

Müge dedi ki...

NzN, zevkle, merakla ve ilgiyle okudum izlenimlerini. Gidesim göresim geldi oraları.
Mesleğim gereği, özellikle dişlerle ilgili saptaman dikkatimi çekti :)))

Hem ayaklarına, hem de ellerine sağlık demek lazım.
:)

Cincüce Banu dedi ki...

Şahane yazı. Her şey gözümün önüne geldi resmen. Beyrut denince çocukken hep haberlerde duyduğum "savaşılan yer" geliyor aklıma. Bunca yıl sonra gidip de kurşun deliklerin duruyor olduğunu görmek çok sinir bozucu olsa gerek. Bir de yazını okurken, birkaç yıl önce izlediğim bir filmi hatırladım. Adı "Zozo". Beyrut'taki savaşa küçük bir oğlanın cephesinden bakıyor. Çok etkilenmiştim Zozo'dan. Bu da linki: http://www.beyazperde.com/film.asp?id=3046&kat=

NzN dedi ki...

Müge,
çok teşekkür ederim:) walla dişler özellikle dikkatimi çekmiş. güzel gülüşlü insanlar var etrafta bolcana çünkü...
öyle ya da böyle gidilip görülesi bir yer bence zaten hele ki gece hayatını sevenler kesinlikle kaçırmasın derim!

Banu'cum,
Beyrut zaman zaman ve mekan mekan bütün o geçmişin izlerini unutturuveriyor adama. sonra bir sokağa giriyorsun dan! diye gerçek çarpıyor yüzüne ve hatırlıyorsun bu şehri hangi gözle gözlemlemen gerektiğini ...
ben bu filmi bilmiyordum ama bu seyahat üstüne hemen izlemek lazım sanki !