29 Ara 2010

Açıklıyorum

Evet neler neler oldu son zamanlarda hayatımda bir not düşeyim buraya da benim balık hafızam silse bile uzuuun yıllar sonra gelip okur, balığa inat hatırlarım.
Ayrıca da bu heyecan nedir diye gelen sorulara artık bir yanıt vereyim diyorum...

  • Uzun zamandır babamdan bahsetmiyorum. Bile isteye yazmadım. Babam bomba kıvamına yaklaştı. Normal hayatına çoktaan döndü. Araba kullanabiliyor, bazı şeyleri hatırlayamasa da genel olarak bütün parçalar yerine oturdu. Ne kadar mecra ve kişi, kurum, kuruluş varsa bütün varlığım ve sevgimle teşekkür ederim. En önemlisi artık rakı bile içiyor. Çakır keyif dolaşabiliyor(alkolik değil leyn babam, sulandırmayın hemen!). Bundan güzeli var mı canımıniçi için? Kesinlikle yok!! Şükür ve minnet duyguları ile dolup taşıyorum. Rakılar bir kere daha babam için kalksın!!! Hoooppp...
  • Evde tadilat işleri bitti sayılır. Sayılır diyorum çünkü eski ustaların yaptığı gerzeklikleri toparlamak için yeni ustalar arıyoruz. Örnek: Banyoda nedenini çözemediğimiz bir koku sorunumuz var. Kırılması gerekebilir bir yerlerin ama parmaklarımızı üst üste koyduk ve dua ediyoruz gerek olmasın diye...
  • Tadilat işleri bitince evin eksik gedikleri de tamamlandı. Çok cici bir kanepe aldık ve şu anda evin en sevdiğim, en değer verdiğim mekanı oldu. Çok anlamlı çoook...
  • Eve iyice yerleştik. Sıcacık bir yuva oldu. Evden çıkasım yok. Sürekli evde çiçek, böcekle uğraşıp, kek-börek yapıp, kitap okumak istiyorum. Ben ki evde 2 gün duramayan adam istiyorum ki sevgiliyle bizi kapatsınlar eve ve cici evimizin tadını çıkaralım, doyalım. Yok yook hiç doymayalım aslında  hep böyle heyecanla geçsin günler...Bol bol evcilik oynayalım...
  • Benim eski evi de önümüzdeki ay kapatıyoruz artık. Gerçi son 2 aydır depo görevi görüyor ama babamın adı Michael olmadığı için böyle bir ev orada paravan görevi yapmak durumundaydı.
  • Artık hayatımızda bir paravan ihtiyacı kalmadı. Resmi ve toplum tarafından kabul görmüş bir kurum oluyoruz.
  • Evin en özel, en değerli köşesi bizim için unutulmaz bir anıya mekan oldu. Anlamı da buradan gelir...
  • 07 Aralık 2010 tarihinde nefesim kesildi. Kalbim ortalamanın 5 katı üstünde atmaya başlayarak buna tepki olarak suratıma 1 hafta boyunca ( yalan yalan hala devam ediyor) gitmeyen, kocaman, pırıl pırıl bir gülümseme  geldi kondu. Dünyalar tatlısı sevgilim hiç beklemediğim bir anda ve bir şekilde karşıma yüzükle çıktı. Bu kadar özel olabileceğini, beni bu kadar şaşırtıp, bu kadar mutlu edebileceğini inanın ben bile bilemiyordum. Bu anı bu kadar özel,  bu kadar güzel ve en önemlisi bu kadar anlamlı hale getirdiği için bir kere daha aşık oldum. Doldum, taştım. Aşkla...
  • O gün bugündür de inanılmaz bir heyecan ve hummalı bir hazırlık var. Abartmayayım bizde henüz öyle hummalı bi hazırlık henüz başlamadı. Anneme bıraksak o oooo!!!  Ben sanırım fazla rahatım. Fakat bu kadar rahat olmama rağmen yine de hazırlanılması gereken bir milyon iş varmış, farkettim...
  • Düğün nerede olacak? Ne zaman kız isteme faslı gerçekleşecek? Alyanslar nereden ve nasıl alınacak? Ailelerin istekleri nasıl gönül kırmadan bertaraf edilecek? Nikah işlemleri nasıl halledilecek? Gelinlik nereden alınacak? Düğüne kimler davet edilecek? Sayı nasıl düşük tutulabilecek? vs. vs. vs...

İşte bendeki heyecanlar bunlar canlar-cinler :)

Gelin olacağım da ben!!

21 Ara 2010

Bi Heyecan, Bi Heyecan....

2010 bana yılın ortasında sağlam bir gol atmıştı.
90. dk'da beraberliği yakalayabildim.
 ve uzatmalarda öne geçmeyi başarmış bulunuyorum!!!! Duyurulur....

Hayat sen beni sınasan da, yormaya, pes ettirmeye çalışşsan da yemezler demek istiyorum sana buralardan. Bilirim severiz birbirimizi aslında.

Affettiriyor kendini kerata. Güzellikler göndermeye başladı bol bol.
Güzel heyecanlar var bugünlerde hayatımda. Hayatımızda...

2010 gerçekten hayatımın en tatsız ve en tatlı yılı olmayı beceriyor.
Belli ki kendini "unutulmaz" yapmaya kararlı...

Bakalım yıl bitmeden daha neler yaşayacağız.

16 Ara 2010

Teşhirci Kuaförler


Ana cadde üstünde olup da neden bir kuaför dükkanının dört bir yanını cam yaptırır anlamam.
Bu konuya taktığımdan dolayı sanırım algıda seçicilik devreye girdi son zamanlarda ya da gerçekten bu tarz kuaför ve berberlerin sayıları çoğaldı.
Geçen akşam vapura yetişmeye çalışırken Beşiktaş'ta takıldı bir tanesi gözüme. Adamı camın dibindeki koltuğa oturtmuş suratının muhtelif yerlerine ağda yapıyordu berber amca. Bi insan neden bu tarz işleri yaptırırken bu kadar ortalarda olmak ister ki ?!
Eskiden bu tarz işler kapalı kapılar ardında ve sadece 2 kişi arasında olur biterdi. Ağda odası denen yerler vardı misal :) Hoş hatun kısmı için hala var ya neyse...

Ben anlam veremiyorum bu konsepte. Sıklıkla da denk geliyorum bu tarz manzaralara.
Ne tarz manzaralar mesela?

Buyursunlar:
  • Lavabonun içine doğru kafası bastırıla bastırıla saçı-sakalı yıkanan adamlar. Ee kabul edin komik bir durum bu. Altında şehri eğlendirelim politikası yoksa da pek bi manasız.
  • Cam dibine yerleşmiş ve  kafasında milyon tane alüminyum folyo ile Blair Cadısı'nı aratmayacak nitelikte kadınlar. Anacım ben kendimi bile görmek istemiyorum o halde. Sabırsızlıkla bekliyorum ki yıkansın, fönlensin de insana döneyim sizdeki nasıl bir dürtüdür ki bu halde vitrine çıkabiliyorsunuz. Bi kere bunu ifşa etmeyeceksin. Cümle alem bilsin istemeyeceksin. Hatta kuaföre gittiğini bile kimselere deme ki herkes seni doğuştan böyle sansın :))
  • Camın kenarında kaş-bıyık aldıranlar. Anladık tamam gün ışığı tek bir kıl tanesinin bile saklanmasını engeller, hem de ışık yakmaya gerek kalmaz, gezegeni sevmiş oluruz falan ama bu kadarı fazla! Her kuaföre gidişimden sonra bi fidan dikerim daha makbul. Ben hayatta öyle sokağa nazır bir kuaför koltuğunda kaş-bıyık olayına falan giremem. Fön bile çektirmek istemem ayol. Millete ne!
  • Hele ki topuz yaptırmak üzere o koltuğa oturana denk gelirsem vay halineee. Bütün gecenin mezesi yaparım o ablayı artık. Zira topuzdan önce yapılan krepe var ya krepe evlere şenlik bi şey o. Mahalle kavgasından çıkmışsın edasıyla saçın başın yoluk bi halde cam kenarında elinde de kahvenle oturmak nasıl bir keyif ola ki?? Bilemem ahh bilemem.
  • Cam dibinde yan yana amasra (yoksa amasya mıydı?) bardakları gibi dizilmiş pedikür yaptıran hatunların da ayrı bir takdir hak ettiğine inanıyorum şahsen. Bu ne rahatlık, bu nasıl bir kendine güvendir. Tebrik... Topuk törpüsünde çıkan etini, derini saklama ihtiyacı duymadan orada oturabiliyorsun ya alkış....
  • Hepsinin birden uygulandığı hatunlar asıl bomba. Onları görünce kaçın derim. Zira bu kadar kendine güven bi bu hatunlarda bi de RTE'da var. 
        - Ayaklar bi yandan törpülenir.
        - Törpüde kaybedilen deriler ara ara havludan silkelenir.
        - İşi biten diğer ayaktaki ojeler bozulmasın diye tüm parmak aralarına sokuşturulan zımbırtılar ile maymun  soyundan geldiğimiz ispat edilir.
        - Bıyıklar ve kaşlar alındığı için surat kıpkırmızıdır.
        - Hele ki allerjik bir yapısı varsa dudaklar botokslanmış gibidir.
        - Saçlara dip boya yapıldığı için ara ara parlak paket kağıtları görünür bir halde yolunmuş saçlar ile kafalar zor dik tutulur. Saçlarla birlikte bir de kaşı boyatan familyadansa ahh ahhh....
       - Bunlar yetmezmiş, bir de tüy dikmek gerekirmiş gibi kolları kapatan bir kuaför önlüğü de giydirilir ve şahken şahbaz hele gelen kadın vitrin kenarına yerleştiriliiirrr. Blair Cadısı görse yemin ederim korkar. Gerisini siz düşünün artık!

Bunların hepsi şahane şeyler. Bayılırım kuaförde vakit geçirmeye. Bir yandan kahvemi içip pedikürümü yaptırmaya ama dediğim gibi ben kendimi o halde aynada görünce olduğum yerde bi irkiliyor ve aynaya sırtımı dönüyorum. Fönüm bitene kadar da kendime bakmamak için elimden geleni yapıyorum.
Efendim? Duyamadım ne dediniz?
Kendimle barışmalı mıyım? Hadi oradan ya.... Ben kendimin hastasıyım bir kere ama bunlar işin hileleri cicim. Kuaförünle aranda kalacak :)
Şimdi ben kendime bu halde tahammül edemiyorken bazı hatunlar neden bu halde vitrine çıkmak ister? Kuaförler bununla ne elde etmek ister?

14 Ara 2010

CD'lerden Çatı!



En sevdiğim proje tarzı tek kullanım alanı ile tanıdığımız malzemeler için farklı kullanım alanları yaratılan projelerdir.
Bu projeler bir de doğaya ciddi zarar veren çöpleri geri dönüşüm ile "faydalı" hale getiriyorsa tadından yenmez. Zira zavallı gezegenimizin bu anlamda daha önce olmadığı kadar desteğe ihtiyacı var. Hepimiz yaşam tarzlarımızda ufak dokunuşlarla kocaman değişimlere sebep olabiliriz. Gerçekten!

James Williamson, bir çevre sorunu olmaya başlayan CD'ler için bu tarz bir alternatif kullanım alanı yaratmış:
Çatı...
CD'lerden çatı.... Bu çatı, evi yağmura karşı korumada diğer çatılara göre hiç de geride kalmıyormuş ama diğer çatıların yapamadığını yapıyormuş! Güneş ışınlarını yansıtıyormuş. Bu sayede sıcak mevsimlerde ev serin kalabiliyormuş.
1m2 çatı için toplamda 120 adet CD gerekiyormuş.

Bir talebim var:
Kırıp attığımız hatta kırarken  zor kırılmasından dolayı sinir krizi geçirdiğimiz CD'lerimiz için de piller için yaptıkları gibi özel çöpler yapsın belediyeler!! Burada toplanan CD'lerden de Çocuk Esirgeme Kurumu'nun yuvalarının çatısını yaptırsınlar! Evet evet bunu yapabilirler. İnanıyorum.

I have a dream...

11 Ara 2010

Beyrut İlk Gece ve Beyrut Geceleri

2 saat kadar dinlentikten sonra sabahki kadar kapalı olmasa da en minilerimizi de giyemeden kıvamında süslendik, püslendik ve lobiye inerek taksi rica ettik. Otelden taksi istediğinizde şirket taksileri dedikleri araçlar geliyor ve dolayısı ile biraz daha pahalı oluyor. Hamra’dan gece hayatının kalbi dedikleri bölge olan Gemmayzeh’e 13 dolar aldı misal.Bu adamlarla pazarlık şansınız kalmıyor otelden istediğiniz için. Biz bunu bile isteye kabul ettik. Zira ilk gece Beyrut’un bize neler hazırladığını  bilemediğimiz için garantici davrandık. Malum bize sürpriz yapmaya bayılıyordu bu şehir.
İlk gece için hiç bir yere rezervasyon yaptırmamıştık. Fakat sonraki geceler için rezervasyonlarımız hazırdı. Bir kısmını henüz Türkiye’deyken, bir kısmını da otelden yaptırmıştık. Dolayısı ile attık kendimizi sokaklara. Yine önceden okuduklarımızdan oluşan imaj burasının kocamaan bir bölge olduğu yönündeydi. Buradaki gece hayatı Beyoğlu ile kıyaslanıyordu çünkü. Gerçek başkaydı oysaki. Burası 500m’den oluşan bir cadde. Caddenin aralarında minik sokaklar var ama Beyoğlu kadar falan büyük değil. Bütün sokak minik publarla dolu. Hepsi küçücük bu mekanların ama tıka basa dolu. Hoş 20 kişi geldi mi doluyor zaten. Gündüz sokaklarda göremediğimiz İngiliz ve Amerikan gençleri doldurmuş buraları ve Beyrut gençleri ile kaynaşıyorlardı. Taksiden indik ve sokağı hiç yürümediysek en az 8 defa baştan sonra yürüdük. Amaç yemek yiyebileceğimiz bir mekan bulmaktı. Her yer küçük ve çok doluydu.  Rezervasyonumuz da olmadığı için döne dolaşa Paul'e mecbur kaldık ve sanırım hayatımızın en kötü pizzasını da burada yemiş olduk. Bu tatsız deneyimin haricinde Beyrut'ta çok iyi yemekler yedik ama :)
Karnımızı doyurduktan sonra bu bölgedeki mekanlara girip çıktık. İnsanlar her yerde dans ediyor. İlk olarak bu dikkatinizi çekiyor. İlk gece, Beyrut'un bizlere  ilklerini sunuş biçimini bozmamak adına pek sürprizli olmadı. Fakat bizler sonraki günler için görmemiz gerekenleri gördük. Etrafta mini mini elbiselerle dolanan hatunlar ve şık, temiz giyimli adamlar doluydu. Fakat bu bölgenin yaş grubu  biraz genç. Genç dediysem de bebe değil hani üniversite gençleri. Bizi doğal olarak pek açmadı ama gözlemlemek ve tatmak adına mekanlara girip çıktık ve bi kaç birayı da devirdik. İlk gece deli gibi dans falan da edemedik söylenenlerin aksine. Anlayacağınız hala derinlerde bir yerlerde saklanan minik bir soru işareti vardı Beyrut ile ilgili.
İlk gece saat 2 gibi otelimize döndük. Yarın daha güzel olacak diye düşünerek güzel güzel uyuduk.

                                                                   Beyrut Geceleri
Beyrut'ta sonraki geceler ilk gecenin de, ilk günün de, ilk sabahın da acısını çıkarttılar. Sabah 8'lere kadar dans ederek geçirdik sonraki geceleri. İlk günün şaşkınlığını attığımız anda Beyrut bizi sardı, sarmaladı a dostlar...
Beyrut gidilmesi, gözlemlenmesi, dokunulması ve yaşanması gereken bir şehir. Avrupa şehirlerindeki tarzda kültür turları beklemeyin. Fakat eğlence diyorsanız. Gerçekten dans etmek istiyorum diyorsanız koşa koşa gidin derim. Hele ki güzel de bir arkadaş grubu ile giderseniz tadından yenmez :) Biz de öyle oldu. Beyrut kazan biz kepçe şeklinde altını üstüne getirdik şehrin. Girmediğimiz sokak kalmadı bilinen merkezlerin etrafında.
Buyrun bir takım hap bilgiler:
* Gece hayatı  10'dan önce başlamıyor bir kere. 10'da yemek yiyeceksiniz. 11 gibi de geceye başlayacaksınız.
* Mutlaka rezervasyon yaptırın gitmeden önce. Hatta gece kulüpleri bile rezervasyon soruyor. Hoş biz hiçbir gece kulübüne rezervasyon yaptırmadık ve hepsine de beklemeden girdik ama her daim çok şıktık. Kısa kısa elbiseler ( abartı değil ama ), mini etekler ve güzel makyajlarla gittiğimiz için midir yoksa süper şanlı mıydık bilinmez ama biz sürekli şunu yaşadık;
Kapıdaki Görevli: Rezervasyonunuz var mı?
Biz: Hayır :)
Kapıdaki Görevli: Buyrun.
Arkada sırada bekleyen bir sürü insan: huh!!!

* Girdiğiniz her mekanda deli gibi dans eden ve gerçekten eğlenen insanlar görüyorsunuz.

*  Beyrut gençleri öyle ayakta kalmaktan hoşlanmıyor. Dolayısı ile hemen hemen her mekan localardan oluşuyor ve bu localara rezervasyon alıyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde herkes kendi locasının içinde çıldırasıya dans ediyor. Abartmıyorum oturan bir kişiye bile denk gelmiyorsunuz.

* Su gibi içki içiyorlar,  baya baya sarhoş oluyorlar.

* İçki bize göre (İstanbul'dan bahsediyorum) çok daha ucuz. Marketlerinde bile Efes bizden daha ucuza satılıyor düşünün...

* Flörte bayılıyorlar. Gayet sosyaller ama asker devleti olduğu için midir yoksa asker ortadan çekilse de böyle olacaklar mıdır bilinmez birbirlerine rahatsızlık vermiyorlar. Hayırdan anlıyorlar ve her daim gülüyorlar.

* Kimse kimseyi keseceğim diye pozlara girmiyor. 

* Gerçekten çalan müziği dinliyor, eşlik ediyor hem ruhlarını hem de bedenlerini serbest bırakıyorlar bu insanlar. Yılların verdiği özlem midir bilinmez ama güzeller be kardeşim... Özlemişiz böyle fütursuzca dans etmeyi. "Dur oram böyle görünsün", "Aman dans ederken elimi şöyle kaldırıken , evet evet tam da o anda şu barda duran, parası da bokmuş gibi görünen adamı keseyim", "kısa giydim mutlaka totomu göstermeliyim, onun için domala domala dans edeyim", "elime içkimi alayım da hatun seçeyim", "kolumu bara dikeyim de milyonluk saatim görünsün, namım yürüsün" tripleri yok oralarda. İşte bunun için meşhur olmuş bence Beyrut geceleri. Dans ediyor bu insanlar. Sadece dans ediyorlar ve gerçekten eğleniyorlar. Yoksa inanın büyük şehirde yaşamış hele ki İstanbul'un, Avrupa'nın gece kulüplerini görmüş insanlar için barları ve kulüpleri minicik kalıyor. Çok  meşhur bir  mekanları var misal, adı da  BO18. Biz bir heyecan gittik, koşa koşa. Anaam ne görsek bildiğin yüzme havuzu büyüklüğünde bir mekan. Tıka basa dolu. Öyle bir anlatılıyor ki devasa bir yer bekliyorsun. En azından o kadar küçüğünü beklemiyorsun ama küçük işte. Gel gör ki içeride öyle bir enerji, öyle  güzel bir ortam var ki çalan DJ bile yerinde durmuyor, dans ederek müzik yapıyor. Kasım kasım kasılmıyor yani...

* Garsonlar, barmenler Türk'lere bayılıyor. Hele ki 3 Türk kızını bir arada görünce önünüzden shot kadehleri, içkiler eksik olmuyor. Denemediğiniz içki kalmaması adına çalışıyorlar resmen. Bu güzel bi şey tabii kii :)))

 Biz barmenlerle acayip bir hikayeye bile dahil olduk. O olayı ayrıca anlatmak istiyorum ama.
Hem mekanların isimlerin yazacağım hem de bu hikayeyi yazacağım.

Bak gördünüz mü ben neden gittiğim sehayatleri yazmıyorum. Gezmeye bayılan ben. Gezdiği her yeri böyle ıncık cıncık yazmak istiyorum çünkü. Bitmek bilmiyor minnacık Beyrut bile ....

Olsun kendim için ayrıca notlar tutuyorum ama:))




10 Ara 2010

KUZGUNCUK BOSTANI BETONLAŞMASIN!!

KUZGUNCUK BOSTANI İLE İLGİLİ YAPILAŞMAYA HAYIR DEMEK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN VE DESTEK OLUN.

                      Hükümet her yeşil alana göz dikmiş durumdayken ellerimiz armut toplamasın!!

                                            İmzanızı verin ve hatta sitelerinizde de paylaşın lütfen.

                                                            http://kahramanbostan.org/




9 Ara 2010

Kusuruma Bakmayın Anacım

Deli bir temponun içindeyim son haftalarda.
İş güç çıldırmış durumda.
Her şey acil.
Her şey son dakika.
Güzel güzel şeyler de olmuyor değil ama hayatımda :)) Pek hoş peekk!!

Beyrut yazılarımı tamamlayacağım. Başladım ve bitirmeden kaçtım gittim gibi olmasın. Aklımda yani.
Ayrıca birilerine verdiğim bir takım sözler de var. Onları da unutmadım :)

Kusuruma bakmayın. Burnum işten kalkamazken yazamıyorum...

İŞE GİTTİM GELECEĞİM!!

3 Ara 2010

Beyrut - İlk Gün

Kahvelerimizi bitirip, uzun uzun Beyrut'u çekiştirdikten ve bazı soru işaretlerimizi silip, bazılarının yerine yenilerini koyduktan sonra Solidere'den çıkıp yeni hedefimiz olan Aşrafiye bölgesine doğru yol almaya başladık. Nasıl gideriz diye tarif sorduk Yine aynı cevap "Taksiye binin. Yürüyerek 15dk sürer". Tembellik mi var acaba serde? Biz tabii ki yürüyerek gitmeyi tercih ettik.Mazallah tek bir ayrıntı falan kaçarsa ara sokaklarda ne yapardık sonra! Yolumuzu kaybettiğimiz için yarı yolda taksiye binmek durumunda kaldık o ayrı:) Hamra’dan Aşrafiye’ye taksi 15 dolar istedi. Biz 8 dolara anlaştık. Sonra da taksilerle sıkı pazarlığı elden bırakmadık. En son 5 dolara gidip gelmeye başlamıştık her yere!
Aşrafiye zengin semti olarak geçiyor. Zenginlerin takıldığı şık restaurantlar ve güzel cafe'ler var etrafta. Zengin dediysem multi milyoner olmaya da gerek yok ayrıca. İstanbul Nişantaşı mekanları ile aynı rakamlarda pahalı diye geçen restaurantların menüleri.
Buradaki mekanlar bizdeki gibi öyle yan yana, dip dibe ve aynı sokak üstüne yerleşmiş değiller. O yüzden sokaklarını dolaşmanız gerekiyor keşfetmek için ki bu da güzel bir duygu bence. Gözünüze batmıyor hiçbir şey. Standart turistik mekanların dışında yani. Normal hayat devam ediyor burada. Bu bölgede yıkık, dökük ya da kurşun izleri olan binalara rastlamıyorsunuz. Hepsi elden geçirilmiş. Fakat gerçekten cici, şık, farklı çok sayıda mekan var burada. Bizim gibi yemekten keyif alanlar için ideal bir bölge.
Önce sokaklarda dolaştık. Yine okuduklarımızdan oluşan beklentiyi karşılayan bir şeyle karşılaşmadık aslına bakarsanız. Öyle muhteşem, böyle sıradışı bir yer değil. Aslına bakarsanız oraya geri dönmenizi gerektirecek pek bir şey de yok etrafta. Farklı bir doku yok. Bildiğiniz şehir. Hepimizin yaşadığı şehirlerden inanın bir farkı yok. Belki Diyarbakır'ın köyünden birini götürseniz şaşırır ama O'nu Diyarbakır merkeze bile götürseniz şaşırır.
Dolayısı ile biz hemen kabuk değiştirdik ve kafamızdaki her şeyi sildik. Okuduklarımızı bir kenara itiverdik elimizin tersi ile. Kendi hikayemizi yazmaya başladık tamamen bağımsız bir şekilde. Penceremizi değiştirdik. Benim pencerem savaştan çıkan ve şaha kalkmış bir şehire bakıyordu mesela. Hayranlık uyandırıyordu dolayısı ile...
Aşrafiye'de ABC diye bir alışveriş merkezi var. Beyrut’lular arasında meşhur bir mekan belli ki. Kime “buralarda görecek nereleri var?” diye sorsak burayı söylediler zira. Her gittiğim yerde mutlaka orada yaşayanlara sorarım nereyi görelim diye. Bizim Akmerkez'den pek farkı yok. Hem tasarım, hem de markalar olarak. Sadece dikkatimi çeken şey şu oldu. Henüz bizim ülkemize girmemiş fakat Avrupa'dan gayet iyi tanıdığımız markaların bir çoğu Lübnan'a çoktan giriş yapmışlar. Dünya üstünde nam salmış bütün lüks markalar Arap’ların emrine amade. Alışveriş merkezinde alınacak farklı, lokal tek bir şey göremedik biz. Hadi farklı olmasını geçtim ucuzu da yok. Fiyatlar bizimle aynı. Dolayısı ile Lübnan’dan tek çöp almadan döndüm. Pardon 1 şişe votkayı 12 dolara aldım. Free shop’tan bile ucuzdu.
Okuduklarımızdan kenara itmediğimiz yegane şey ise restaurant önerileriydi. ABC'nin içinde Leila diye lokal bir restauranttan bahsetmişlerdi ballandıra ballandıra blogcu arkadaşlar. Burası için de her yerde olduğu gibi önceden rezervasyon yaptırmanın şart olduğunun da altı çizilmişti ama yine de şansımızı denemeliydik. Leila Restaurant ABC'nin en üst katında lokal bir restaurant. Kapısına dikildik. Tabii ki yer yoktu. Rezervasyonumuzu aldılar. “ biz size SMS göndereceğiz” diyerek bizi şaşırttılar. "Bizim numaralarımız yerel değil ama" dedik de önemli değilmiş. Dedikleri gibi 30 dk sonra cep telefonumuza bir mesaj düştü yerimizin hazır olduğunu bildiren. Gelemeceyek ya da gecikecek gibiysek de SMS ile geri dönüş yapmamızı rica ediyorlardı. Biz sisteme şaşırdık. Takdir ve tebrik ederek koşa koşa yanlarına gittik. Masamız nefisti. Garsonumuz inanılmaz güleryüzlü ve yardımcıydı. Genel olarak hizmet anlayışları bu yönde zaten. Hele ki Türk olduğunuzu öğrendiklerinde daha da bir ilgi ve alaka gösteriyorlar :). Hele ki 3 hatun olarak seyahat ediyorsanız ve soru sorduklarınız erkek kısmından oluşuyorsa daha da tatlı.

Nefis yemeklerimizi yedik. Lübnan mutfağı bizim mutfağımızdan çok uzak bir mutfak değil zaten. Bilen bilir. Bildiğiniz kebapçı menüleri ama mezeler leziz ve minik dokunuşlarla fark gösteriyor...

Yemekten sonra biralarımızı da içerek keyfimizi yaptık. Lokal biraları bizim Efes'ten çok daha hafif. Bizim Efes, Lübnan'lılara ağır geliyormuş meğer. “Hemen çarpıyor, sarhoş oluyoruz” diyorlar.

Yemek ve keyif olayımız da bitince Aşrafiye sokaklarında biraz daha dolaştıktan sonra taksiye atlayarak otelimize geri döndük. Taksilerle sıkı pazarlık yapmak gerektiğini öğrendiğimiz için de Aşrafiye'den Hamra'ya 25 dolar ile 15 dolar arası isteyen taksicilere gülerek geçtik gittik. Biraz ilerden 10 dolara bindik. Takside de kakara kikiri “oo süper rakama gidiyoruz, yemedik kazıkları” diye geyiğe sardık. Tam o anda kızlardan biri “şoför bi Türk çıksa” dedi Bir Türk klişesi olarak. Puaahh diye abarta abarta gülmeye başladık ki adam arkasına dönerek “Siz Türksünüz?” dedi bize Türkçe!! O saatten sonra ne desen boş tabii. “ Evet Türk üz” dedik. Sıkı bir muhabbet başladı. Adı İbrahim. Annesi Antep’ten gelmiş zamanında. İbrahim burada doğmuş, burada büyümüş ama Türkçe’ye gayet hakim. Savaş zamanında kaçmış Beyrut’tan Amerika, Fransa, İspanya gibi farklı ülkelerde çalışmış. Savaş bitince geri gelmiş memleketine. Hafiften bir jönlük var serde. Bu tarz hikayesi olanlar çok Lübnan’da. 2. Gün Byblos ve Jeitta’ya gitmek istiyorduk. Bunun için de taksi kiralamamız gerekiyordu. İbrahim bizi götürür müydü acaba?
Yok efendim İbrahim sadece keyif için, o da akşam 5’le gece 1 arası çalışıyormuş. Gündüz çalışmıyormuş artık. İstersek güvenilir bir “herif” ayarlarmış ama bize. Hem de yaşlı başlı olanından. “Tamam” dedik. “Güvenilir, yaşlı-başlı ama hesaplı olan bir “herif” ayarla bize o zaman. Tam gün gezdirsin bizi”. Zira biz Beyrut taksileri ile çok çok sıkı pazarlık yapmak gerektiğini artık öğrenmiş bulunuyoruz:) Kazık yemeyiz. O sadece ilk sabahın ilk taksisinde olur anacım. Pışıııkkk!! Kartvizitini verdi ve bizi otelimize bıraktı İbrahim. Bu arada tüm Beyrut bizi Hamra’da Crowne Plaza’da kalıyoruz sandı. Hep önünden bindik, önünde de indik. Paranoyak olduk ya bir kere gerçek otelimizi bilmesinler istedik. Bir gece önce hiç uyumadığımız için maymuna dönmüş haldeydik. Odaya gidip 2 saat kadar dinlenmek niyetindeydik. Malum ilk günümüz bizim kafamızda oluşan bütün imajı alt üst ederek alaşağı etmişti.

Otel lobisinin de şekli değişmişti bu arada. Onlar da bayram sabahı sersemliğini atlatmışlardı herhalde. Avrupai suratlar, güleryüzlü ön büro ekibi, sempatik insanlar vardı etrafta. Güven duygusu uyanmaya başlamıştı yavaş yavaş. Artık Beyrut gecelerini keşfetmenin zamanı geliyordu. Gerçek Beyrut ile yüzleşecektik.Uyumayan şehirde tabii ki bizim de uyumaya pek niyetimiz yoktu. Hem biz Hamra caddesini sabah uyurken bırakmış, döndüğümüzde bütün uykusunu açmış, coşmuş bir Hamra ile karşılaşmıştık. Heyecanlanmıştık anlayacağınız. Davetkar bir duruşu vardı artık Beyrut’un. Sabah yaşanan hayal kırıklığından sonra bayram rehavetini atlatmış Beyrut sarmalamaya başlıyordu bizi. Zaten herkes “Beyrut, gece hayatı ile meşhurdur ve hayat akşam 10’dan sonra başlar” demişti bize. Gündüz ayrı ayrı sürprizler yapan Beyrut, geceler için de ayrı ayrı paketler hazırlamış bize meğer ne bilelim!!
Beklesindi Beyrut geceleri.
Geliyordu Türk kızları...







2 Ara 2010

Beyrut - Biraz Fotoğraf











Beyrut - İlk Sabah

Sabah erkenden kalktık yataklardan. Heyecan, akıl karışıklığı ve meraktan dolayı zaten uyuyamadık ki bütün gece. Yatakta vakit kaybetmek gereksizdi. Sokaklara çıkmalı ve kendimiz görmeliydik neler olup bittiğini...
Kahvaltı salonunda bizden başka turist kılıklı birilerine denk gelemediğimiz için de soru işarelerinin yönü oteli ayarlayan ajansa yöneldi pek tabii ki. Hoş hepi topu bizimle birlikte 3 masa falan vardı ya neyse...

İlk günün acemiliği ile ne giyeceğimize karar veremedik. Yine okuduklarımızdan anladığımıza göre  herkes mini mini dolanıyordu etrafta. Fakat akıl karışmıştı bir kere. Ne hikmetse okuduklarımız ile gece  yarısı karşılaştıklarımız  örtüşmüyordu. Zaten kafalarda da bir Arap konsepti hakimdi önceden gittiğimiz Arap Ülkelerinden kaynaklanan. Bizim valizler bu tarz minik kıyafetler ile dolup taştığı için nadide parçalarımız arasından birimiz için  uzun bir elbise, birimiz için  uzun etek üstü t-shirt, birimiz için de bol pantolon ve askılı, hafif bol bir t-shirt üstüne karar kılarak, kısalarımızı giyemesek bile renklerimizden asla vazgeçmemiş bir halde  attık kendimizi güven duygusu ile yollara. Mor, deniz mavisi, turuncu ve yeşil...
Tabii ki bayramın ilk günü olduğu için kahvaltı sonrası odamızda bayramlaşmayı, ailelerimizi aramayı da atlamadık :)
Lobiden haritamızı aldık. Sorduğumuz adresleri işaretlettik ve ilk hedefimiz için ne tarafa yürümemiz gerektiğini sorduk. "Oooo uzak. Mutlaka taksiye binin" dediler. "Kaç dakika sürer yürüyerek peki?" dedik. "20dk en az" dediler de gülmemek için zor tuttuk kendimizi.  Yönümüzü öğrenerek saldık kendimizi yollara...Elimizde harita, ruhumuzda huzur, merak ve soru işaretleri ile yürürken bizi sokaklardaki insanlardan önce binalardaki kurşun izleri ve boş sokaklar karşıladı. Şehrin bir kısmı hala yaralı, hala savaşı çarpıyor yüzünüze...
Otelimiz Hamra bölgesindeydi. Herkes Hamra'yı İstiklal Caddesi ile kıyaslamış ve insan-araç trafiğinden geçilmediğini söylemişti oysaki. Nasıl oluyordu o zaman bu? O kadar kalabalıktan bahsedilirken bizi Arap'lardan önce bu boşluk mu karşılıyordu? Bir çok ülkenin bir çok şehrini gördüm bugüne kadar. Hepsinin de turistik sokaklarının dışına çıktım sırf gerçek hayatla karşılaşabilmek, tanış olabilmek adına ama bu kadar yerimi-yurdumu, yönümü şaşırdığım olmamıştı. Belli ki beklentimizi çok yükseltmiştik önceden okuduklarımız ile. Neredeydi yeniden uyanan Ortadoğu'nun Parisi? Neredeydi o sokaklara sığmayan avrupai insanlar?
İlk anda kaynaşamadık Beyrut'la diye kritik yapmaya başladık kendi aramızda. Bir yerlerde kucak açmış olarak bizi bekliyor olmalı dedik.10dk kadar yürüdükten sonra arkamızdan gelen Amerikan aksanına takıldı kulaklarımız ve hemen koştuk gittik yanlarına.Yol sorduk. Tarif aldık. Biraz gülüştük. Gay bir çiftti. Belli ki gayet hakimdiler şehire ve yine gayet belliydi ki gay olarak bir Arap şehrinin bu ıssız sokaklarında rahat rahat, gülüşerek dolaşmaktan da çekinmiyorlardı. Güzel bir şeydi bu. Oralardan bir yerlerden Beyrut bana göz kırpıyordu sanki. Devam ettik yolumuza ve biraz ileride askeri araçlara ve sokak başında nöbet tutan askerlere denk geldik. Yine okumuştuk. Biliyorduk bunları da yani. Yine de ilk karşılaşma, hele ki 10. karşılaşma garip geliyor insana. Zira sonradan fark ettik ki Beyrut'un hemen hemen bütün sokakları askerler ve polisler tarafından kontrol altındaydı ve her ikisi de askeri üniforma ile dolaşıyorlardı. Asker sivil  ile asla konuşmuyor ama polis konuşabiliyordu. Bunu da bizimle konuşmayan ilk askere denk gelene kadar fark edemedik. İlk karşılaştığımız polise yolu sorduk ve yine "Taksiye binin" cevabını aldık 10dk'lık yürüyüş mesafesi için. Yürümek istediğimizi söyleyince yön göstererek gülümsediler. Temiz yüzlü. Bilinen klişe Arap çizgilerinden uzak, gayet avrupai çizgilere sahiptiler ayrıca. Dişleri tertemiz ve gayet muntazamdı hem. Toplamda 30dk'lık bir yürüyüşten sonra  Downtown  ya da Solidere dedikleri merkeze varabildik. Yol boyunca zaman zaman kurşun izleri, zaman zaman çok katlı modern binalar, zaman zaman yepyeni ve lüks arabalar, sayılı olarak da döküntü arabalar süsledi yolumuzu. Yollarda yürüyen insanları görmeyi bir türlü başaramadık ama...
Downtown'ın girişini yine askerler tutmuştu (polismiş, sonradan öğrendik). İlk anda olay var ve giremiyoruz sandık. Sorduk ve direkt kapı açıldı. Meğer normal düzen böyleymiş. Sonradan bir çok yerde denk geldim sokak başlarında polisler tarafından açılan bariyerlerden girişlere...
Şu anda yaşadığınız şehrin sokaklarında asker üniformalı polis ve askerlerin sürekli olarak nöbette olduğunu bir hayal edin tam da şu anda. İstiklal caddesinin başını ve sonunu askerler kontrol ediyor misal. Ne hissettiniz?
Downtown'ın ana caddeleri savaş sonrası tamamen yenilenmiş. Civarında ise hummalı bir çalışma, muazzam genişlikte inşaat alanları hakim. Yeni gelen binalar resmen tasarım harikası. Bundan 5-6 yıl sınra Beyrut inanılmaz bir hal alacak bence. Bazı binalar 6 kez yıkılmasına rağmen 6 kez yeniden yapılmış. Takdiri hak ediyor kesinlikle. Sarı ve sıcak bir rengi var. Severim. Fakat yine sokaklarda insanlar yok. Burasının da kalabalıktan geçilmiyor olması gerekiyordu. Biz de gezilmesi planlanan yerlerimizi gezdik. Gezerken de bir kaç Arap dışında Türk'lere rastladık. Kulağımıza takılan türkçe cümleler ise içimizdeki soru işaretini daha da büyüttü "Yanlış yerde miyiz acaba? Burası hiç kalabalık değil ve her yer de kapalı" diyordu bir adam karısı olduğunu tahmin ettiğimiz bir hanıma...
Bu bölgede görülebilecekler ise:
Osmanlı Saat Kulesi,  savaş sırasında yerle bir olup çok kısa zamanda Beyrut’un yeniden yapılanmasında büyük rolü olan eski Başbakan Rafik Hariri’nin girişimleriyle  yenilenen Mecidiye Camii, Ömer Camii, Başbakanlık ve Parlamento Binası. Bir de Hariri’nin mezarı var. Biz şans eseri bulduk burayı. Bilir misiniz bilmiyorum ama Lübnan için önemli bir isimdir ve bomba patlaması sonucu 7 koruması ile birlikte hayatını kaybetmişti. Şaşırtan şey bu kadar şatafata, abartmaya bayılan Arap Milleti nasıl olmuş da önemsedikleri bir adamın mezarını bir çadırın içine koymuş!! Evet evet bildiğiniz kocaman bir çadırın içinde mezarı. Nöbetteki polisler ingilizce bilmediği için tam olarak anlatamadılar nedenini sormuş olmamıza rağmen. Bilen varsa beri gelsin lütfen.
Hepsini de toplamda 30dk içinde görebiliyorsunuz. Saat Kulesi'nin etrafında yıldız kolları gibi dağılan sokakları sırası ile gezdiniz mi bitti demektir. Sırayla karşınıza gelecekler.
Türkler olarak aynı sokakta cami ve kilise görmeye alışık olduğumuz için doğallıkla gezdik, gördük, inceledik. Bu bölgede sıradışı bir mimarı vs yok. Bunları bekliyorsanız Beyrut'a gitmeyin derim. Beyrut'a gönül gözüyle bakmak, şehrin geçmişini  sürekli göz önünde bulundurarak yürümek lazım sokaklarda. Gördüğünüz her kurşun deliğinin yanında park eden süper lüks araçlara bakmak lazım aslında cami yerine. Her adımda yıllarca yaşanan olayları düşünmek lazım derim. Bu kadar kısa zamanda buralara gelebilmiş olmalarını akıldan çıkarmadan incelemek lazım tüm şehri ve hayatı. İşte o zaman içinizde garip  duygular uyanıyor. Kurşun izlerine dokunmak istiyorsunuz, sevmek ve o yaraların hepsini tamamen silip, yok etmek duygusu ile dolup taşıyor ve bir kere daha hayret ediyorsunuz hayatın nerelerden buralara gelebildiğine. Yıllar önce televizyonlarda ve gazetelerde dönüp duran savaş, yıkıntı fotoğrafları yerine şimdi sokakları Ferrari'ler kaplamış. Savaştan parayı kaldıran kaldırmış, yükünü tutmuş anlayacağınız. Kara paralar paklanmış, uyuşturucu ticareti kök salmış ve gece hayatı ciddi bir para akışı sağlamış bu memlekete. Ben Montecarlo'da bile arka arkaya park etmiş 9 tane Ferrari'yi görmemiştim. Bu şehirde bu manzaralar doğal hale gelmiş.

Artık oturup bir kahve içmenin vakti gelmişti. Olsundu bizim için. Amacımız zaten yayma tatiliydi. Kafa dağıtmak ve bol bol yemek yemek istiyorduk. Biz de onu yapardık...
Ana cadde üstünde bir mekan seçerek oturduk. Saatlerimiz 13:30 olmuştu. Garson o kadar güleryüzlü, o kadar pozitif enerjiliydi ki bizi bir anda sarmalayıverdi. Biz de bir anda çözülüverdik. İçimizdeki bütün soruları attık bir anda üstüne:)
Burası merkez değil miydi?
Burası merkez ise okuduğumuza göre çook kalabalık olmalıydı. İnsanlar neredeydi? Hayat ve sokaklar böyle boş muydu?
Garson önce gülümsedi ve sonra da bize "çünkü bayram" dedi. "Bayramın ilk günü. Henüz erken. Herkes ailesi ile bayramlaşıyor. 3'ten sonra buralar acayip kalabalık olur" dedi. Kocaman da gülümsedi sanki şaşkınlığımızı hissetmiş gibi ya da biz o kadar şaşırdık ki gayet net okundu. Bilemiyorum.
İşte bu. İşte bu!! Biliyordum. Biliyorduk. Beyrut sadece bu olamazdı. Biz henüz Beyrut'u görmemiştik ki! Beyrut bizim çook eskide bıraktığımız bayramının ilk  gününü yaşıyordu. Aileler bir aradaydı. Bayramlaşıyorlardı.
Bayram bizler için çoktaan gezmek için, tatil için bir bahane halini almış ki resmen akıl edemedik bunu. Düşünemedik ki müslüman Arap'lar için de bayram. Şehir bayram sabahını yaşıyordu henüz ve otelin lobisinde, kahvaltı salonunda görüp de turistliği yakıştıramadıklarımız da civar Arap ülkelerinden gelen turistlerdi. Meğer çok gelirmiş Arap turist Beyrut'a ve Beyrut'lular da pek istemezmiş onların gelmesini. Tercihleri Türk'lerin gelmesinden yanaymış. Bizler daha modernmişiz. Şehri daha keyifli kılıyormuşuz ve pek seviyorlarmış bizi. Zaten Türk'lerin haricinde etrafta pek fazla Avrupa'lı ya da Amerika'lı veyahut Asya'lı görmüyorsunuz. Suşi restaurantlarında çalışan Asya'lılardan başkasına denk gelmedik misal.

Bu rahatlama ile koltuklarımıza gömüldük ve 2 saat boyunca kahvelerimizi içerek keyif yaptık. Nasıl olsa henüz şehir koşmuyor, koşturmuyordu. Biz niye koşturacaktık ki?! Daha yeni başlıyorduk. Beyrut bize kollarını açıyordu. Henüz ufukta görüyordum ama sonuçta görebiliyordum....




1 Ara 2010

Beyrut - İlk Görüş

Biliyorsunuz çok son dakika organizasyonu ile gidebildik Beyrut'a. Malum önceden plan program yapabilecek durumda değildik. Dolayısı ile de uçaklarda çok pahalıya yer bulabiliyorduk. En güzel yol bir tur şirketi ile gitmekti ve bunun için bile son dakika olduğundan dolayı sadece Kappa Tur'da yer bulabilmiştik. Mecburen ödemeyi yaptık ve bileti aldık. Biz ödemeyi yaptığımızda henüz otel belli olmamıştı. Fakat merkeze yakın ve ulaşım açısından kolay bir otel seçeceklerini üstüne basa basa söyledikleri için tamam dedik. Otelin belli olduğu gün, önceden dedikleri gibi bizi aradılar ve otelin ismini bildirdiler. Sağolsunlar. Fakat, nasılsa uyumayacağız diye düşünerek  daha hesaplı bir gezi olması adına 3 yıldızlı otelli paketi tercih etmiş olmamıza rağmen 4 yıldızlı pakete mecbur bırakılıyorduk. Çünkü tüm grubu bir otelde toplamak istiyorlardı. "Peki"  dedik. Bu sefer de farkını istediler. Ona da mecburen "Peki" dedik. Fakat otele web sitesinden ve tripadvisor'dan bakınca kafamın tasını iyice attırdırlar. Merkeze uzaklığını taksi ile 20dk veriyorlar ve adresi de otoban olarak geçiyordu.
"Nasıl yani?" dedik. "Beyrut küçük zaten" dediler. Zaten gıcık olurum turlara, mecburiyetten düşmüşüz ellerine tırmaladıkça tırmalıyorlar. Oturduk ve deli gibi araştırmaya başladık. Bayram dönemi olduğu için bütün merkez otelleri doğal olarak doluydu. Online satış sitelerini tek tek gezdim. Kalan oteller hep çok pahalıydı. Sonunda www.beirut-hotel.com sitesine mail attım. Nasıl bir otel istediğimi yazdım ve beklemeye başladım. Aslına bakarsanız hiç ümidim yoktu. Hemen aynı gün cevap geldi. Nasıl bir otel istediğimi ve kafamdaki fiyat aralığını sorarak ertesi gün erkenden geri döneceklerini söylediler.Gerçekten de ertesi gün seçeneklerle geri döndüler. Onların verdikleri otellerin hepsini daha önceden aramış, çeşitli web sitelerinde yer bakmış fakat kesinlikle bulamamıştım. Bu siteden hem oteli hem de uçak saatlerimiz çok geç olduğu için transferimizi aldık. Zira okuduklarımdan çok net anladığım bir şey vardı ki Beyrut'ta toplu taşıma diye bir kavram yoktu. Bu şirketin hizmeti gerçekten de çok başarılıydı. Tıkır tıkır vaadettikleri her şeyi gerçekleştirdiler. Hatta bir ara telefon açarak teyid ettiler rezervasyonumuzu. "Merak edilecek bir şey yok, her şeyiniz hazır" bile dedi görevli de ağzım açık kaldı. Bizim gibi son dakika ve kaos bir döneme denk gelenler mutlaka değerlendirsinler derim. Fakat adam gibi önceden organize olanlar direkt booking.com'a gidiversinler anacım zira bu adamlar da bu işten para kazandıkları için üstüne cüzzi bir komisyon koyuyorlar.
Neyse efendim. Lafı uzatmayayım. Biz otele bakarken bir yandan da uçak biletini THY'den adam başı 400TL'ye promosyon olarak bulmuştuk. Aynı anda hem oteli, hem transferi hem de uçuşumuzu konfirme ederek Kappa Tur'a bay baayyy dedik ve derin bir ohh çektik. Böylece son dakika olmasına rağmen adambaşı 350'şer lira kar etmiş olduk.
Kappa Tur beni ne kadar gıcık etmiş olsa da bu memnuniyetsizliğimizi mantıklı bularak bütün paramızı iade ettiler. Sağolsunlar....
Pazartesi akşamı saat 23:50 THY uçağı ile Beyrut'a uçtuk. Toplam uçuş 1,35dk falan sürüyor. Aramızda da saat farkı olmadığı için 01:30 civarı Beyrut'a indik. Dikkatimi çeken ilk şey havaalanı içinde her yerde sigara içilmez uyarıları olmasına rağmen  her köşede sigara içen insanlar oldu. Arap'lara sigara yasağını uluslararası havaalanında bile kabul ettirmek mümkün değilmiş meğer sonradan anladım.Sigara içenlere şaşkın şaşkın bakarken ve vızır vızır söylenirken valizlerimiz geldi ve çıktık. Çıkar çıkmaz kapıda elinde MR. NzN pankartı ile (inanın elle yazılmamıştı) bizi bekleyen şoförümüzü gördük. Mr. beklerken 3 hatunu görünce biraz şaşırdı tabii :) Tertemiz bir araba ve güleryüzlü bir şoför ile otelimize geldik.
Otele vardığımızda saat 02:30 olmuştu. İlk plan otele varır varmaz üstümüzü değiştirip meşhur Beyrut geceleri ile tanışmak için sokaklara dökülmek üstüneydi. Fakat otel lobisini ve otel çalışanlarını görünce planlar suya düştü. Gıcık bir çalışan, lobide gruplaşmış göbekli, bıyıklı-sakallı garip enerjili ve dik bakışlı adamlar! Biz de o adamların arasında mini mini elbiseleri giyip çıkmak istemedik sokaklara pek tabii. Zaten gecenin bir saati gelmişiz. Neredeyiz, nasıl bir yerdeyiz farkına varamamışız henüz. Kendimizi hemen odamıza attık. O da ne?! Odayı triple ödemiş olmamıza rağmen 2 yataklı bir suit vermişler bize "İyi hoş, suit güzel de kardeşim 3. nerede yatacak?" dedik. Salondaki koltuğu gösterdi. "Bunun neresi yatak?" dedik -gerçekten de uyunacak gibi değildi-. El yordamıyla bir şeyler anlatmaya çalıştı. Anlaşamayınca ve bizler de elimizi belimize koyunca zavallıcık tırsmış bir halde telefonu göstererek"lobby lobby" dedi. Aradık ve dertlerini anladık. Bu gecelik burada idare edecekmişiz ve bize 3. için bir yatak vereceklermiş, yarın da oda değişecekmiş. Adam oldular yani :) Neyse olur böyle sorunlar dedik. Yatak geldi ve kavga bitti.
Kafamız karışmıştı. Tam olarak nasıl bir ülkede olduğumuzu anlayamamış bir halde kalakalmıştık odamızda. Okuduklarımızdan kafamızda oluşan imaj  ile havaalanında ve otelin lobisinde karşılaştığımız imaj birbirine uymuyordu. Arada kocaman kocaman farklar vardı. Garip bir şeyler vardı anlayacağınız. Uyumaya ve ertesi sabah şehri görene kadar da beklemeye karar vererek kapımıza sandalyelerimizi de dayadık ve uyuduk.

Uyumadan önce karışık akıllarımız nasıl güzel bir sürprizin bizi beklediğini bilseydi eminim ki ilk gece uykusuzluk gibi bir sorunumuz da olmazdı...