28 Oca 2010

Hani Bana? Hani Bana ?

Oldum olası en sevdiğim şeydir gezmek. Genetik miras, yapacak bi şey yok...

Zamanında annem ve babam akşam iş çıkışı motorsiklete atlayıp Edirne’den İstanbul Kumkapı’ya rakı-balık yapmaya gelirmiş . Bütün gece takıldıktan sonra aynen motorla geldikleri yolun tersine yol alırlar ve hiç uyumadan da iş başı yaparlarmış... Günlük rutinleri böyleyken düşünün artık arabaya atlayınca bu çılgınlar nerelere giderlermiş. Zamanın şartları gereği bu seyahatler hep yurtiçinde olmuş. Varsın olsun, önemli olan gitmektir bence. Gittiğin yerin her zaman pek kıymeti olmayabiliyor... Güzel beslenmiş ruhları yollarda ve beslemişler bizleri de bu balla...
Şimdi böyle bir anne babanın evladının da zamanın değişen şartlarını da arkasına destek yaparak dünyayı gezmesi lazım ya neyse ben henüz o kadarını becerebilmiş değilim. Hala umudum var ayrı...
Ama yine de az gezmiş değilim. Fakat seyahat öyle bir şey ki tadına bir baktın mı dur durak bilmiyorsun. Artık yollar lazımdır sana... Fazla oturunca suçluluk gelir bulur seni, yapışıverir yakana sorular.

Son bir kaç aydır yakama yapışan sorulara cevap arar haldeyim. Verecek cevabım yok. Bu aralar sanırım bolcana bahanem var. İş var güç var, vakit yok, düzen var, sorumluluk var, özgürlük yok, fatura var, fatura var, fatura var...
Eskiden olduğu gibi sırtıma çantamı alıp karşıma çıkan ilk otobüse binip atamıyorum kendimi yollara. Varsın param olmasın, varsın kalacak yerim belli olmasın, uyurum sahilde, otobüs duraklarında diyemiyorum öyle kolay artık... Sırtıma çantamı alıp, koyuyorum içine laptopu ve karşıma çıkan ilk arabaya binerek tutuyorum ofisin yollarını...
Ama dedim ya insanın özü bir kere aldı mı bu güzelliğin tadını, bırakmıyor peşini, içerden içerden sıkıyor, sıkıştırıyor ruhunu... ‘Hadi , hadi, ne zaman?’ Gibi soruları bir bir, durup durup atıyor, sonra da kaçıyor seninle yüzleşmeden. Sen de ara dur cevabı peehh....
Hep derim kendime ve herkese sıkmayın canınızı gereksiz şeylerle bu hayatta. Her zaman en azından iki seçenek var önünüzde. Olumlu bakmak ya da olumsuz bakmak! Bilirim her zaman öyle söylendiği kadar kolay olmaz ama çabalarsan, istersen inan daha kolay bir hale gelir...Tam da bunu yapmaya zorluyorum içerden durup durup isyan eden ufaklığa karşı kendimi.
Lafın özü:
Ben yine dellendim. Gidesim var. Bol bol gezesim, göresim, beslenesim, besleyesim, öğrenesim, konuşasım, uyuyasım, uyandırasım, yiyesim, içesim, yediresim, içiresim, isyan edesim, coşkulanasım, gülesim, güldüresim, tanışasım, tanıştırılasım, el uzatasım, el uzatılasım var benim. Seyahat edesim var benim anlayacağınız.
Yeni yeni araştırmaya, keşfetmeye başladığım güzel güzel seyyahların blogları da bir heveslendiriyor ki beni sormayın! Avucumu yalayıp, içimde imrenmekten çatlamak üzere olan ruhumu bastırıp okuyorum yazıları. Onlarla birlikte gezmeye başladım sanki. Buralardaki arkadaşlarla asla kıyaslamam, kıyaslayamam kendimi. Dedim ya ben 20 ülke ve bu 20 ülkenin bilmem kaç şehrini görmedim... Sırtına çantasını alıp 6 ay, 8 ay hatta 9 ay 1 yıl kendini yollara atanlar, atabilenler var. Onlar gibi olmadım, olamadım. Hamster gibiyim ben bir noktada. 6 ay uzakta kalamam yuvamdan. Sıcacık yorganın altına girip uyumak isterim. Arkadaşlarım sarsın, sarmalasın beni isterim. Ama daha önce olduğu gibi gidip gidip gelebilmeyi de çok isterim.

Yaş olmuş 30. Dedim ya iş var, sorumluluk var. Oturduğum yerden de para veren olmadığı için ofis yolları taştan durumları var...
Söyleyiverin a dostlar durum böyleyken ben mi göremiyorum bir çıkış? Tembel miyim? Kolaya mı kaçıyorum? Maceracı, aç, öğrenmek, görmek için can atan, yerinde duramayan ruhumu bir yerlerde unuttum da yerine başkasının ruhunu mu kakaladılar bana? Yaş 30 olunca, ‘sorumluluk’ sahibi olunca böyle mi oluyor insan yoksa? Eee hadi biz işten güçten, para kazanmaktan yana koyduk bahaneleri ortaya bunun bir de çoluklu çocuklu olan versiyonu var. O zaman daha da mı fena oluyor durum?
Dokunmayın daha da sorasım var. Hem de çok sorasım birazcık da isyan edesim var. Yaş 20’lerde dolanırken, yaşam için, okul için para hazır gelirken, gezmek için parayı da az çalışarak temin edebiliyorken ne güzelmiş hayat! Canım annem, balım babam sağolun var olun bana bu ülkenin, bu şartlarında böyle bir ‘lüksü’ tattırdığınız için, selam olsun sizlere buralardan...
Dedim ya okuyorum bu aralar bol bol seyahat bloglarını... Heyecanlanıyorum onlarla, inanın gözlerim doluyor bazılarında ! Komik di mi?!
Bense kapının arkasına saklanıp ‘Hani bana? Hani Bana?’ diyorum küçük parmak misali...

p.s. ozlempansiyon çok güzel toparlamış bu seyahat bloglarını. Bence bir göz atın. Sizin de küçük parmak uyanabilir aman dikkat . Sonra söylemedi demeyin!

27 Oca 2010

Biri Beni Taksicilerden Kurtarsın

Bir tek ben mi çekiyorum bu adamlardan bu kadar acaba!!
Bu sabah da bozuk parası olmayan taksi şoförü paramın üstüne kondu.
Paramın üstüne kondu falan diyorum da korkmayın bu kadar abartacak bi şey yok aslında. Benim tahammülüm kalmadı hepsi bu!
3,5 TL'lik yere doğal olarak 5 TL verdim. 'Bozuk yok abla' diye bir ses midesinin içinden yükseliverdi.
3,5 TL için bir insan evladı daha ne kadar bozuk para verir ki a dostlar siz söyleyin bana!
'Yok abla bozuk. Artık helal et sen 1 TL'yi' dedi ve paşa paşa yoluna devam ettiiii....
Ben de kalkıp ona göre 1 TL bana göre 1,5 TL'nin peşine düşmedim.
Aslında uyuzumdur böylelerine inadına inadına beklerim o 50 kuruşu bile versin diye. Hiç tereddüt etmeden de vermeye kalkarsa paranın üstünü ben zaten almam, bırakırım.
Fakat o para zaten onun hakkıymış gibi davranırsa değil 50 kuruş 5 kuruşu bile bırakasım gelmiyor.

 Sana mı kaldı taksici 'abi' benim paramın hesabını yapmak??

25 Oca 2010

Karla Birlikte Taksiciler de Düşer

Herkes karla ilgili bi şeyler yazmış. Ben de yazacağım tabii ki ama ben farklı bi şey yazmak istiyorum bununla ilgili.
Yine taksi şoförleri baş rolde hikayemizde...
Hani normalde burnundan kıl aldırmayan, gidilecek yeri beğenmeyen, iki damla yağmur düşse kafasını çevirip size bakmayan şoförlerimiz var ya. 2 gündür yolda gördükleri herkese dıt dıt korna çalar halde dolaşır oldular.
Dün sabah attım kendimi sokağa. Karda yürümek istedim doya doya...
Yollar bomboştu. Arada geçen 1 -2 aracın haricinde araba göremedim. Ama kendini karın tadını çıkarmak için sokaklara atan insanlar kaldırımları doldurmuştu.
Tahmin edersiniz ki bu 1 - 2 araç da taksilerden oluşuyordu.
Hiç abartmadan söylüyorum inanın. 7. dk da en az 5 taksi  yanımdan korna çalarak hatta abartıp yanımda durup 'taksi lazım mı abla'  diyerek geçti gitti.
Bu sefer de ben kaldırdım burnumu tepelere. 'Lazım değil' diyerek devam ettim.

Arada bir kar yağsın da taksici milletinin aklını başına getirsin. Kıymetimizi bilsinler di mi ama!

20 Oca 2010

Büyüleyici Antarktika Yolculuğu Sizi Bekliyor! Koşun!


Şişli Belediyesi Bilim Merkezi yine güzel bir proje ile karşımızda.
Seviyorum  ve beğenerek takip ediyorum  yaptıkları işleri. Çocuklar için özellikle güzel projeleri oluyor.
Bu sefer de dünyanın ilk sıfır emisyonlu bilim istasyonu olan Prenses Elisabeth'in benzerini açmışlar. Yeşil İstasyon.

Bilmeyenler için Prenses Elisabeth'i özet olarak şöyle tanımlayabiliriz:

Yenilenebilir enerji kaynaklarını yüzde yüz kullanarak kendi ihtiyaçlarını karşılayan doğa dostu Yeşil İstasyon. Antarktika'da geçen yıl kuruldu. Şu anda kutuplarda kendi enerjisini üreten tek istasyon. 20 bilim insanının çok değerli çalışmaları hala devam etmekte. Buzulların ve deniz hayatının incelenmesi, iklim değişikliğinin türlere yansıması, ozon tabakası ve sıcaklık seviyesindeki değişiklikler gibi konularda araştırmalar yapılıyor burada. İlgilenenler buradan da okuyabilir.

Ben henüz gitmedim. Evimizin dibi olduğu için yakın bir zamanda bizim ufaklığı kapıp giderim diye düşünüyorum. O zamana kadar gazete ve ilgili internet kaynaklarındaki tanımlarla yetineceğiz. Gidip gördükten sonra kendi düşüncelerimi de paylaşırım burada.

Yeşil İstasyon bize neler vaat ediyormuş kendi ağzından hemen yazıyorum:
  • Antarktika hakkında merak ettiğiniz her şeyi öğrenebilirsiniz.
  • İstasyon maketini gezebilirsiniz.
  • Eğitmenler eşliğinde küresel ısınma konusunda eğlenceli deneyler yapabilirsiniz.
  • Kuzey Kutbu’nda yaşayan İnuitlerin (Eskimo) giysilerini ve iglo adı verilen evlerini görerek yaşamları hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz.
  • Çeşitli oyunlar ve yap-bozlarla keyifli bir Antarktika yolculuğuna çıkabilirsiniz.
  • Projenin iletişim sponsorları NTV Yeşil Ekran ve NTV Bilim tarafından hazırlanan bir kısa filmi iglo içinde izleyebilirsiniz.

Yeşil İstasyon  her gün 09:00 – 18:00 saatleri arasında açık. Giriş ücreti yetişkinler için 5, öğrenciler içinse 4 TL.
Yeşil İstasyon Mayıs ayına kadar açık kalacakmış. İlgililere duyurulur.

19 Oca 2010

Bugün 19 Ocak 2010. Neleri Hatırlıyoruz?

Sürekli değişen ve genelde mide bulandıran olayları manşetlere taşıyan bir gündem var memleketimde.
Hangi birine kafayı yoralım, düşünelim, düşünelim ki çözüm bulalım? İzin verilmiyor ki düşünmeye, kanıksamaya, üzülmeye, hırslanmaya, yan yana durmaya, fikir üretmeye, dibe vurup oradan aldığımız güçle zıplamaya bile...
Öyle bir vakit yok. Koşa koşa yeni gündeme geçiyoruz, geçiriliyoruz.
Bilerek, isteyerek birileri  kukla oynatır gibi gönlünü eğlendiriyor bizlerle, bu minicik piyonlarla. Değer yargılarımızı yitirmemiz için çabalıyorlar sanki.
Tam da Açlık Oyunları ve Ateş Oyunları isimli kitaparlarda bahsedilen Oyun Kurucular gibi bence.
Okumamış  ya da duymamış olanlar için Açlık Oyunları isimli kitabın konusu kısaca şöyle:
 Bir zamanlar Kuzey Amerika olarak bilinen bir yerin yıkıntıları içerisinde Panem ulusu yaşamaktadır. Başkent Capitol'ün etrafında 12 bölge bulunmaktadır. Capitol şiddetli ve acımasızdır ve bölgeler bir hat boyunca sıralanmıştır. Onların her biri her yıl yapılan Açlık Oyunları'na katılmak zorundadır.Yarışma için her bir bölgeden yaşları 12 ila 18 arasında değişen birer erkek ve bir kız çocuğu göndermek durumundadır. Açlık Oyunları TV'den canlı yayınlanan ölümüne bir kavgadır. Bu ölümcül oyunu daha vahşi kılmak, eğer istedikleri gibi değilse gidişatı daha da heyecanlandırmak için birbirinden ölümcül ve leş diye tanımlanabilecek dış etkenler ile oyunu canlandıran bir ekip var: Oyun Kurucular.

İşte bizimle de böyle oynayan Oyun Kurucular var sanki. Bakıyorlar ki gündem fazla ısındı ve kendi çıkarları (=Capitol'ün çıkarları) için hiç de faydalı değil hooop yeni bir bomba düşürüveriyorlar ortaya. Toplumsal hafızasını yitirmeye yüz tutmuş bizler de hemen ağzımızı açıp bu yeni "bomba" hakkında başlıyoruz konuşmaya, tartışmaya, ağlamaya, dert yanmaya, söylenmeye, dizlerimizi dövmeye. Tam arkasından hırs, heyecan, isyan gelmek üzereyken daha büyük bir "bomba" atılıyor bu sefer. Pat! eskiyi unutup yeni oyuncakla oynamaya başlıyoruz.
Dönüp bir bakın son aylarda hatta günlerde değişen gündeme. Her şey o kadar hızlı ki! Anlam veremiyorum ben bize. Nasıl oluyorda o kadar canımızı acıtan ya da gündemimizi meşgul eden olayları bir anda aklımızdan atabiliyoruz? Ne veriyorlar bize acaba? Sadece bir kaç gündem maddesi yazmak istiyorum.
  1. Ergenekon Davası
  2. Domuz Gribi
  3. Sel Felaketi
  4. Demokratik Açılım
  5. Doğalgaz Zammı
  6. GDO'lu Ürünler ile ilgili Yasa Uygulaması
  7. Kozmik Oda
  8. Arınç Suikast Girişimi
  9. İstanbul 2010
Bunlar ilk anda aklıma gelenler. Son aylarda hepimizi deli gibi konuşturan, yazdıran, çizdiren konular değil miydi bunlar? Ee ne oldu kardeşim bir sonraki gelir gelmez bir öncekini atıverdik elimizden? Bıraktık peşini. Bu yeni bir davranış şekli değil tabii ki. Ama git gide sanki çığ gibi büyüyerek geliyor üstümüze üstümüze. Sanki kızdırmışız Oyun Kurucuları da  ne gibi "leş" ceza ile aramızda konuşmayı kesmemiz gerektiğini hatırlatmaya çalışıyorlar bize.
Bugün 19 Ocak 2009. Yukarıdaki gündem maddelerine ilk anda giremeyecek kadar eskidi, eskitildi. Üstüne o kadar çok "bomba" geldi ki ... Hrant Dink, hani bir zamanlar hepimizin "olduğu" Hrant Dink öleli 3 yıl oldu. Sokaklara döküldük milletçe, ağladık, suikast görüntülerine inanamadık, üstüne örtülen gazeteye bakamadık hani...Neler oluyor bu memlekete dedik aynen şimdi dediğimiz gibi.
Bunu bile yaşayacak kadar fırsat vermediler hemen yeni "büyük bomba" Ağca geliverdi gökten. Yukarıya bilerek yazmadım. Korktum buraya gelene kadar o da unutulur diye. Şimdi buna inanamıyoruz. Söyleniyoruz. Küfrediyoruz. Bazılarımız lanet ediyor hatta. Ama ne olacak sonra? Haftasonu nereye gitsek acaba planları ile birlikte muhtemelen bu da gidecek...
Ya da Oyun Kurucular öyle  güzel oynayacak ki  Ağca için planlanan paranın kat kat üstü kazandırılacak. Şimdi boş boş konuşulan o otelde kaldı, kaça kaldı acaba, aa çürük raporu da almış'lar hoop çöpe gidiverecek. Muhtemelen bizler o anda "aaa Ağca'da çıkmıştı di mi yaa" diyerek Hollywood yapımı bir Ağca filminin fragmanını seyrediyor olacağız...

16 Oca 2010

Dünyaya Zarar Vermeden Hediye Ver!


Uzun zamandan beri çantamda Lösev'den aldığım minik alışveriş çantaları ile dolaşıyorum. Büyük alışverişlerde olmasa da günlük alışverişlerde işimi görüyor. Manav ve günlük market alışverişlerinizden aldığınız naylon poşetlerin yerine bunları kullandığınız zaman ciddi anlamda katkınız oluyor çevreye. Kendimce yapabildiklerimden bir tanesidir bu.

Hediye alma konusunda da buna benzer çözümler aradığım oluyor tabii ki. Yılbaşı için farklı hediyeler adı altında da bir yazı hazırlamıştım. Bu seçenekler sadece yılbaşı için değil hediye ihtiyacı doğduğu her an başvurulabilecek kaynaklar aslında. Hadi hediyemizi buralardan hallettik diyelim (birilerine ya da doğaya destek ile hediye alma işini birleştirmek bir taş ile iki kuş vurmaktır bence) Paketleme işi de önemli değil mi peki?
Bununla ilgili de güzel öneriler var. Ben bu yazıyı okumadan çoook önce ablama doğum günü hediyesi olarak masaj hediye etmiştim ve bunu nasıl paketleri mi düşünürken bi anda aklıma bir şey gelmişti. Koşa koşa bir sertifika hazırlamıştım heyecanla. Kendim güzelce süslemiş ve bunu da cam bir şişenin içine koyup kurdele ile şenlendirerek vermiştim. Şişeyi de daha sonra su şişesi olarak kullanmıştı kırılana kadar :)

Hediyelerimizi birilerine yardımda bulunarak ya da organik ürünler seçerek hallediyoruz. Peki bunları paketleme konusuna gelince aynı şekilde başarılı olabiliyor muyuz? Yani doğaya zarar vermeden bir hediye seçip sonra onu öyle bir paketleyip "bu ne perhiz bu ne lahana turşusu" kıvamına gelmenin de bir anlamı yok sanırım. Internette denk geldiğim bir yazıyı aynen aşağıda paylaşıyorum. Bazı çözümleri beni biraz düşündürdü ama genel olarak başarılı bence ( neden harita almak isteyeyim ki mesela!).

  • ABD'de yapılan bir araştırmaya göre eğer satın alınan her 10 üründen yalnızca biri ambalajsız olsaydı, ev başına yılda 22 kilo atıktan kurtulurduk.
  • Yine aynı araştırmaya göre yılda neredeyse 400 milyar plastik torba çöpe gidiyor ve milyonlarcası çevreyi kirletip deniz hayvanlarına zarar veriyor.
  • Haftada yalnızca 2 torba daha az kullanarak yılda çöpe en azından 100 torba daha az atacaksınız.
Hediyelerini güzel şık paketlere saramayacak mıyız yani... İşte 6 adımda dünyaya zarar vermeden hediye vermenin yolları...
  1.  Evdeki haritaları atmaya kıyamıyorsanız bir öneri. Haritalarınız yıllardır kütüphanede değerlenecekleri günleri bekliyor. İşte bir öneri... Eski haritaları hediye paketi olarak kullanabilirsiniz...
  2. Siz sevdiklerinize hediye verirken dünyamıza zarar vermek istemeyenlerdenseniz paket kağıdı yerine kese kağıdı kullanabilirsiniz.
  3. Peki ya rengarenk kumaşlara ne demeli? Evde kullanmadığınız, eski örtü, kıyafet ne var bir gözden geçirin isterseniz. Sadece bir iki makas darbesi. Bu renkli kumaşlar sıcacık bir hediye paketi oluveriyorlar.
  4. Çocuğunuzun yaratıcılığını ödüllendirmenin bir başka yolu. Onun resimlerini hediye paketi olarak kullanmaya ne dersiniz? Eminim hediyeyi verdiğiniz kişi için de ikinci bir hediye olacaktır bu paket. Minik ressamlarda eserlerinin işe yaradığını görmekten mutlu olacaktır.
  5. Şöyle bir mutfağa bakın isterseniz, belki boş bir kavanoz bulabilirsiniz. Eğer hediyeniz kavanoza sığacak büyüklükteyse, kavanozunu içini renkli kağıtlarla doldurup hediyenizi de ortasına yerleştirebilirsiniz.































Anneler-Babalar Space Monkey / Uzay Maymunu "Oyun"una Dikkat



Biraz önce mandalin çıkmazı  blogunda bir habere takıldım. Resmen ağzım açık kaldı. Sırtımdan buz gibi bir bardak su döktü birileri sanki.
Gençler arasında yeni bir "oyun" moda olmuş son zamanlarda. Hatta internetin yeni fenomeni olarak konuşulmaya başlanmış bile. Böyle bir uygulama nasıl oyun olarak tanımlanıyor bilemedim.

Oyunun tanımı şu şekilde:  Gençler bayılma noktasına gelene kadar birbirlerinin boğazını sıkıyor ve bu arada da kendilerini kameraya çekiyorlarmış. Sonra bu çekimleri internette yayınlıyorlarmış. Bu nedir ya?
Youtube ve Myspace gibi sitelerde oyunun öğretici videoları bile varmış.

Kesinlikle çocukların internet kullanımının çok büyük bir özen ile ayarlanması gerektiğini düşünüyorum. Anne, baba, kardeş, abla, teyze, hala  kısacası  etrafında ergenlik çağında her kim varsa dikkatli olmasında fayda var. Bu yaşlardaki çocukların bu tarz oyunlarda kendilerini ispatlamak konusunda ciddi eğilimleri oluyormuş.

Mümkün olduğu kadar yaymak lazım bence bu haberi. İngiltere'de 86 çocuk hayatını kaybetmiş bu oyun yüzünden.

Haberi buradan okuyabilirsiniz.

Nerede bıraktık biz "çamurdan köfte yapalım" oyunlarımızı?

15 Oca 2010

Okul Servisi Ayakta Yolcu Taşır mı?

Biraz önce kapının önünden bir okul servisi geçti. Gördüm içinde mini minnacık hayatlar taşıyordu.
Ayakta da en az 5 -6 kişi vardı aynı araçta.

Hemen aldım plakayı ve aradım 155'i. Memur Bey yasak olduğunu ve hemen ilgileneceğini ve gerekli yerlere bildireceğini söyledi.
Anlamıyorum ya. Nasıl yapabiliyorlar böyle şeyleri.
Umarım gerçekten ilgilenir ve cezasını da verirler bu aracın. Bir daha da tekrarlanmaz. Tüm ailelere de haberi gider. Aileler de ayaklanır.

14 Oca 2010

Atık Yağ Getirene Elbise Hediye


Nette öylesine dolanırken takıldım bu habere. Hemen paylaşmak istedim. Hakkari Eğitim Sanat Kalkınma ve Araştırma Derneği (HESKA-DER) "muhteşem" bir kampanya başlatmış. 100 litre atık yağ getirene 1 takım elbise hediye ediyorlar. 100 litre ancak restaurantlar için geçerli olabilir diye düşünürken cevabı çat! diye yapıştırdılar yazının devamında. Evlerdeki atık yağları da düşünerek 1litre getirene ise kalem hediye ediyorlarmış. Ne kadar güzel hareketler oluyor memleketimin o taraflarında öyle. Ayakta alkışlamak isterim ben bu davranışı. Laf atanlar olmuş "amaan sempati kazanmak için yapıyorlar, falandan filandan dolayı" diye. Ne için yaparlarsa yapsınlar. İşin ucunda ne kadar faydalı bir şey var. Bu yağların zararı çok büyük. Halkımız da bilgisizlikten ya da tembellikten ya da önemsememekten boşveriyor. Ama işin ucunda bir havuç olursa herkes koşa koşa gidecektir. Hem bu yağlardan yakıt bile elde edebiliyorlar. Muhtemelen bu dernek de bunu yapacaktır zaten. Neyse ne! Çevreye katkısı var mı? Var. Ee daha ne!.

Döndüm baktım kimdir bu dernek ne yapar diye. Kısa bir araştırmanın sonunda bulduklarımı aşağıda yazıyorum:
  • 80 adet kullanılmış pil getirene sebze fidesi ve ters lale çiçeği tohumu hediye etmişler. Toplanan pilleri de bölge hastanesine teslim etmişler ve tıbbi atıklar ile birlikte imha edilmiş.
  • Ramazan ayını fırsat bilerek sigarayı bırakanlara da yine ters lale çiçeği tohumu hediye etmişler.
  • "Tohumu Bizden Ekmesi Sizden"  kampanyası başlatmış ve vatandaşlara karşılıksız çiçek tohumu dağıtmış.
  • "Her Mezara Bir Ters Lale" kampanyası ile hüznün sembolü olan ters lale çiçeğini isteyen herkese dağıtarak mezarlıkların çiçeklenmesini desteklemiş.
  • Ters lale çiçeği özen isteyen ve öyle kolay kolay açan bir çicek değilmiş. Hakkari ve Şemdinli'nin simgesi olarak da bilinirmiş. Dolayısı ile ters lale ve bölgede yetişen şifalı otları dünyaya duyurmak için üstünde çalıştıkları projeler varmış.
  • Kültür ve Turizm Bakanlığı desteği ile hazırladığı Hakkari Kilim Günleri Projesi'ni hayata geçirmiş.

                                                 İşte bu da o meşhur ters lale çiçeği.

13 Oca 2010

Deve Sırtında Güneş Enerjisi

Kenya'da Nomadic Communities Trust adlı kuruluş, gözden uzak köylere ilaç götürmek için yıllardır develeri kullanıyormuş. Bölge coğrafik yapısına en uygun ulaşım aracı olduğu için tek çözüm buymuş. Fakat bu ulaşım aracının da önemli bir sorunu varmış.
O da şuymuş: Buzdolabında muhafaza edilmesi gereken ilaçlar!
Artık buna da bir çözüm bulunmuş. Develerin hörgücüne yerleştirilebilecek gibi  mini bir bozdolabı tasarlanmış.
Bu buzdolabının enerji ihtiyacını da tabii ki jeneratör ile çözemeyecekleri için yine bölge koşullarına ve çevreye en uygun çözüm olan güneş enerjisi kullanarak çözmüşler. Buzdolabının üstüne bir güneş paneli koymuşlar.
Buluşun sahipleri bunun birkaç bin dolara mal olduğunu söylüyor. Uzmanlar da birkaç bin dolara mal olan bu tasarım test aşamasını başarı ile tamamlarsa bölgede ilaca ulaşamayan 300.000 kişi için umut olacak diyor.

Çok hoşuma gitti bu haber. Umarım test aşamasını başarı ile atlatır ve hemen kullanıma girer bu alet. Fotoğraflarını da koyuyorum. Aslında ne kadar basit yaşayabileceğimizin de bir göstergesi bence.




12 Oca 2010

Bu Ne Hal Emine Hanım, Tayyip Bey?

Hadi bir yere kadar kendimi zorluyorum zorluyorum "inancıdır NzN'cim, herkes gibi onların da istediklerini giymeye hakları var" diyorum. Fakat hemen arkalarda saklanan, bastırılan NzN atıveriyor kendini sahneye "saçmalama ya, onlar eminim senin için böyle düşünmüyorlar. Bulsalar burkalara kapatmak için ellerinden geleni arkalarına koymazlar. Ayrıca ülkeyi temsil eden onlar. Sen değilsin! Bir takım sorumlulukları olmaı herhalde di mi? Hepimizi temsilen orada değil mi onlar?! " diyor.
Her ikisi de bir yere kadar birbirine hak veriyor. Verseler n'olur ki! Kim ki onlar! Kimiz ki biz bu kocaman oyunda! Böyle yazar yazar oturursun poponun üstüne.

Hadi diyelim kapattın her bi yerlerini. Kardeşim kafanı, kolunu, bacağını kapatmanın da bir estetiği olmalı di mi ama ! Şu aşağıdaki görüntülere bakıp şöyle bağırmak istiyorum.

                                                        Bu ne hal Emine Hanım, Tayyip Bey?



Milletçe yüzümüz gülmüyor diyoruz ya. Buyurun aradaki farka bakın. Duruş, gülüş.
p.s. Bu arada yanlış anlaşılmasın kalkıp da Obama&Michelle fanatikliği yapmıyorum.

                Artık ellerimizi de mi kapatıyoruz? Nedir yani bu tuniğin kolları böyle yere kadar? Her ikisinde de omuzlar yere bakıyor.                      
Hmm Obama'cım ellerim çok geride kaldı. Sırf bu yüzden elinizi sıkamayacağım kusura bakmayın.

Ama Michelle'cim senin için ellerimi çıkartırım merak etme sen. Kız kıza iki lafın belini kıralım di mi ama ...

Lider ruhlu Başbakan eşi imajı. Kocam olmadan da hareket edebilirim. Bak tek başıma hem de önden önden yürüyorum.

Bir kaç gün sonra bu blog kapatılır mı acaba? Ya da beni Ergenekon'dan içeri alırlar mı? Ya da bir anda başıma bir saksı düşer mi? Klavyem de takip altında olabilir mi acaba?

9 Oca 2010

Kelime Oyunu


Elime ne zaman bir sözlük geçse, ne dilde olduğu önemli değil, anlayayım anlamayayım öylesine açarım sayfalarını. Kelimeler seçerim kendime. Bakalım biliyor muyum diye. Oyun gibi. Ben de tam bir çocuk gibi.

Aynı şeyi Türkçe sözlükler için de yapıyorum doğal olarak. Ama bunlarda durum farklı oluyor. Hayatımda hiç duymadığım ama TDK tarafından sözlükteki yeri onaylandığı için Türkçe olduğunu anladığım kelimeler denk gelir bolca. Ee benim anadilim Türkçe değil mi ? Neden bilmediğim bu kadar çok kelime var o zaman bu sözlüklerde? İspanyolca ve İngilizce sözlüklerden farklı olması gerekmiyor mu Türkçe sözlüğün?!

Bir kaç ay önce yine sözlük karıştırıyorum televizyon karşısında ve rastgele açıyorum sayfalarını... Karşıma ilk çıkan kelimelere merhaba diyorum, tanışıyorum...Gülüyoruz sevgiliyle ne komik kelimelerimiz varmış diye...Sonra yenisini seçiyoruz, soruyoruz birbirimize bakalım bunu biliyor muyuz? Hayır. Bilmiyoruz. Sonra cümle içinde kullanıyoruz. Yine gülüyoruz. Yeni bir dil öğrenir gibiyiz. Eğlenceli aslında. Deneyin bence.

Geçen hafta okuduğum kitabın bir bölümünde şuna benzer bir diyalog vardı (kitap yanımda olmadığı için tam olarak alıntı yapamıyorum, kusura bakmayın lütfen).

Kadın: Saçların demirkırı.
Erkek: Demirkırı mı? Senin yaşında genelde bu kelime kullanılmaz.
Kadın: Geçenlerde sözlükten baktım. İlk uygun fırsatta kullanmaya karar verdim. Hep aynı kelimelerle konuşmaktan sıkıldım.
.
.
.
Tam o anda kafama bir elma mı ampul mü desem bilemiyorum ama dank! diye düşüverdi bi şeyler. Eee ben de sözlük karıştırıyorum hatta keyif alıyorum. Fark ediyorum. Bilmiyorum bir çok kelimeyi ve kullanmıyorum. Tamam işe ben de sıkılıyorum aynı kelimelerle konuşmaktan. Zaten dilimizdeki kelimelerin o kadar azını kullanıyoruz ki konuşurken! Kendi kendimize fakirleştirip, renksiz, tatsız bir hale getiriyoruz dili. Ya da Türkçe olanını bırakıp İngilizce olanına sımsıkı sarılıyoruz. Ben de dahil olmak üzere yapıyoruz bunu. Kolay geliyor çünkü hepimize.

Şimdi gelelim kafama dank eden konuya. Kitapta geçen fikri direkt uygulamak istiyorum. Elime sözlüğü alacağım. Öylesine bir sayfası açacağım. Bakacağım. Kelime seçeceğim kendime. Ama öyle Osmanlıca’ya kaçan lezzette kelimeler değil. Kulağa hoş gelen, müziği olan. En kötü ihtimal kullanımı kolay olan kelimeler. Sonra bekleyeceğim ve karşıma çıkan ilk fırsatta zihnime sakladığım kelimemi çıkartıp bir güzel kullanıp, renklendireceğim kendimce cümlemi. Kenar süsü gibi. Hani ilkokulda yapardık ya defterlerimizin kenarlarına.
Aynı kelimeyi en az 3 kere farklı cümlelerde yeri geldikçe kullanmadan da yenisine geçmeyeceğim.
Kararım, yeni oyunum budur. Kelime Oyunu!
Balık hafızayımdır ben, hemen unutuveririm bazı şeyleri-bazılarını da unutmadım mı hayatta unutmam!-. Onun için söz veremiyorum. Fakat bu kelimelerin hikayelerini de burada paylaşmayı deneyeceğim. “Hangi kelimeyi seçtim? Nasıl bir durumda ve tam olarak hangi cümleyi kullandım?” gibi...
Bana pek eğlenceli bir oyun olacak gibi geliyor. İsteyen varsa hemen katılsın bana birlikte oynayalım. Hatta ödev vermek isteyenler olursa o da kabulümdür.

Yok mu kaleye mum diken?

Bu kadar da kötü değilim ama :)

8 Oca 2010

Beylikdüzü'ne de Ekolojik Pazar Açılıyor


Ne kadar güzel haberler bunlar böyle. Yüzüm gülüyor bunları okudukça. Bir zamanlar yazmıştım ne olacak bizim halimiz bu GDO'lu ürünlerle diye. Biz derken de benim gibi "tembel camiası"ndan gelenleri kastetmiştim.
Elinin altında olmadıkça bu tarz ürünler, büyük şehir hayatında kolay olmuyor yaşam şeklini değiştirmek. Alternatif bir yaşamı benimsemek, benimseyebilmek... Kendimce deniyorum hala. Her geçen gün bir şeyleri daha değiştirmeye çalışıyorum. Şimdiki hedefim buğday filizlendirmek ve buğday filizi tüketmek. En büyük nimetlerden olduğu söylenir. Özellikle de Prof. Dr. Erkan Topuz tarafından.

Neyse esas konuya geri geliyorum.
Biraz önce düştü gelenler kutusuna mail. "Beylikdüzü %100 Ekolojik Pazarı, Beylikdüzü kapalı pazar yerinde, Çarşamba günleri düzenlenecek" diyor mail. 03 Şubat'ta açılışı var. Her zaman olduğu gibi konserli ve şenlikli bir açılış planlanıyormuş.
Bilen bilir bu pazarlardaki ürünlerin kontrolü çok sıkı tutuluyor. Bizler de  istediğimiz zaman gidip istediğimiz tezgahtan herhangi bir ürünü alıp hemen kontrole gönderebiliyoruz. GDO'lu mu değil mi kendiniz kontrol edebiliyorsunuz yani. Ola ki böyle bir şey çıktı. Vay haline o pazarcının! Direkt olarak uzaklaştırılıyor pazardan.  İşin içinde bu işe gönülden destek vermiş ve hayatlarını buna göre değiştirmiş olan güzel yürekler var.
Gönül rahatlığı ile alışverişlerinizi buralardan yapabilirsiniz.

Hayırlı uğurlu olsun
Bol kazançlı olsun
Olsun ki bu pazarların sayıları artsın!